18 Haziran 2012 Pazartesi

TUR GÜNLÜKLERİ 5: PRAG






Prag Baharı’na çok geç kalmıştık, yıllar yıllar geçmişti üstünden ama yazına yetiştik. Yeni bir güne başladık kentle umarsızca.  O eski kokan, hiç değişmemiş sokaklarında yürüdük, her köşe başından tarih sızıyordu usulca. Kafka’nın peşi sıra yürüyordum caddelerde. Adımlarını sayıyordum, adımlarını izliyordum, gölgesine saklanıyordum. Her döndüğümüz sokakta benzer güzel evler, benzer taşlı caddeler, bitmeyen bir labirent gibiydi Prag. Kafka’nın izini kaybedip şehrin göbeğine düştüm birden. Prag’ın eski zamanlarından sıyrılıp Mc Donalds’a, New Yorker’a erdim… Sevmedim o kapitalizm kokan caddeleri. Başladım tekrar Kafka’yı aramaya. Ayaklarım beni Charles Köprüsü’ne kadar getirdi. Uzaklara bakmak Kafka’yı bulmak için kuleye tırmandım… Yol bitmedi, ayaklarım ağrıdı. Dönüyordu merdivenler, dönüyordu başım.. Sonuna erememiştim bir türlü merdivenin, Şato’nun bitmeyen yollarında gibydim. Işığı gördüm ama sonunda vardım tepeye. Tüm Prag ayaklarımın altındaydı Vltava Nehri akıyordu gürül gürül. Yoksa Yargı’daki gibi intihar mı etmişti Kafka’da babasından dolayı? Bu cevapsız sorular aklımı kurcalıyordu, bir cevap arıyordum kulede dönenip dururken. Uzaklarda bir duvarda Kafka yazısını gördüm sonra, sanki ilahi bir işaretti bu, ya da bir davetti. Kafka bana mesaj göndermişti belki de. Öğlen sıcağının altında Charles köprüsünü geçtim, insanlar kalabalık yapıyorlardı, elele tutuşuyorlardı. Yolumu kesiyorlardı. Gitmemi engelliyorlardı sanki, kimseyi bulamayacağımı söyleyip duruyorlardı. İnatla kalabalığı yararak yürüdüm. Köprüyü aştım, nehir kıyısına doğru olan evlere yürüdüm. Pembe tek katlı ufak bir bina gördüm. Yine bir yazı var duvarda: Kafka. Burası olmalı, burada olmalı dedim içimden. Korku dolu adımlarla girdim içeri. Giriş katı boştu ve karanlıktı. Üst kata doğru ilerledim. Duvarda bir yansıtma ; Prag sokaklarının eski hali. Bu kesin Kafka’nın işi. Bana eski zamanları gösteriyor. Resimler hızlı akıyor, resimler kayıyor, dağılıyor, gözlerimden dökülüyor. Anlayabildiğin kadarıyla diye sesleniyor Kafka odanın diğer karanlık köşesinden. Kırmızı ışıklandırmalı merdivenler yapmış evine sanki cehenneme iner gibi iniyorum odanın başka bir ucundan aşağı… Merdivenin karşısına da bir ayna koymuş, cehennem çukuruna bir adım uzaktasın der gibi.  Sonra girdiğim odada bir ahize var. Kaldırıyorum ahizeyi, Çekçe konuşuyor benimle. Anlamıyorum diyorum, anlamıyorum… Etrafıma bir bakıyorum ki, oda dosyalardan oluşuyor, tavana kadar dolaplar, herkesin kaydı tutulmuş. Adımı arıyorum dosyalarda, K. ile olan yakın ilişkimden dolayı bende fişlendim mi diye… Koridorlar boyunca dolaplar aşıyorum, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Sonunda bir açıklığa varıyorum; bir alet var ortada. Suçlarımı sırtıma kazıyacak alet, Cezalılar Kolonisine çıkmışım meğer, dolaplardan kaçmaya çalışırken… Beni alete bağlamaya çalışırlarken, kaçmayı başarıyorum. Karanlıklardan gün ışığına vardığımda bitkinim. Kafka’yı buldum, ama bulduğumda kaçmaya başladığım düşünceler yüzünden kaybettim. Elimde korkularımdan başka bir şey yok. Ve de güneş.. Kaçmam gereken ama kaçamayacağım 2 şey… Sığınabileceğim bir yer umuduyla tırmanıyorum, Prag Kalesi’ne varıyorum. Kalenin soğuğuna sığınmak isteği içimde. Kapıları kapalı sıkı sıkı. Ama orada bir manzara var ki… Bütün Prag tekrar ayaklarımın altında. Gözlerim tekrar Kafka’yı arıyor… Orada işte, o da kaleden aşağı iniyor Bay K. kimliği ile. O an anlıyorum ki, Prag Kafka’sız, Kafka Prag’sız olamazdı, tıpkı benim Kafka’sız olamayacağım gibi.   

15 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 4: BERLİN


Şu anda trendeyim. Almanya’nın cennet bahçelerinin içinden geçerek Prag’a yol alıyoruz. Parlak güneş, canlı yemyeşil ormanlar, göller ve tüm şirinliği ile Alman evleri… Ormanlar o kadar sık ve ulu ki bazen gökyüzü bile görünmüyor, trendeki ufak penceremden. Ve işte Almanya maceramız da bitti. Elde ne kaldı Berlin’e dair hüzünden başka? 
Berlin için ayrı ayrı günler şeklinde günlükler tutamadım. Onun için tek bir yazı yazma niyetindeyim. Berlin’e varışımızdan başlamak istiyorum. Amsterdam’dan kalkan ve Berlin’e giden trenimiz şimdiye kadar bindiğim en eski trendi – Türkiye’de bindiğim trenler de dahil, hani Edirne’ye 7 saatte giden trenler-. Biz o trenle tam 9 saat yolculuk yaptık, doğru düzgün rahat oturamadan, uyuyamadan. Sabah 6 da hostele varıp, hostelde masalar ve sandalyelerde biraz uyukladık. Sonra da valizleri hostele bırakıp dolaşmaya çıktık. İlk gün ben biraz hasta ve yorgundum. Otelimiz Checkpoint Charlie'ye çok yakın. Büyük levhalarda iki tarafın askerlerini gördüğünüz anda anlıyorsunuz geldiğinizi. Check Point Charlie’nin önünde asker kılığına girmiş 2 kişi bekliyor, para karşılığı fotoğraf çekimi için, ellerinde Amerikan bayrakları ile… Şova dönüştürmüşler işi, isterseniz o dönemin askerlerinin kıyafetlerinden bile giyebiliyorsunuz. Checkpoint Charlie öylesine anlamını kaybetmiş ve kapitalizme teslim olmuş ki, görseniz içiniz acır. Orayı aşıp, müzeler meydanına yürüdük. Ancak sadece bir müze gezebildik: Alman Tarihi Müzesi. Almanlar, erken dönemlerden başlayıp 1918’e uzanan tarihlerini güzel anlatmışlar. Çok dolu dolu, etkileyici bir müze değildi ama güzeldi.
İkinci gün Berlin Dom Katedrali’ne, Bergama Müzesi’ne, Parisien Meydanı’na gittik. Nereden başlasam bilmiyorum. Hani hep deriz ya Türkiye gelişmekte olan bir ülke, İstanbul’da devingen, karmaşık ama düzelmeye çalışan bir şehir diye. Berlin’de öyle, şehre bir karmaşa hakim. Devamlı her yerinde yol çalışmaları, insan kalabalığı… Bunun yanında Berlin’in bir tarihi yok. Olanlar acı dolu, utanç verici olduğu için belki, ikinci dünya savaşı dönemine dair uzun resimli bir duvardan başka bir şey bulamıyorsunuz. Eski duvarın olduğu yer çok ufak bir alan, o dönem çekilen acılara dair hazırlanmış resimli panolardan, bir gözetleme kulesi ve bir mezarlıktan ibaret. Duvarın olduğu yerde uzun paslı borular, duvarı temsil ediyor. Gördüğünüz tarih değil, başarısız bir temsilden ibaret. Bergama Müzesi’ne gelecek olursak, adı üstünde Bergama Müzesi. Türkiye’den böylesine büyüklükte ve güzellikteki eserleri nasıl götürdülerse ve  Türkiye’de buna nasıl izin verdiyse en içten tebriklerimi sunmak istiyorum. Tapınakları, Babil’lerin, Asur’ların eserlerini o kadar muntazam sergiliyorlar ki… İznik’ten çiniler, Osmanlı dönemi dokuma halılar… Granada Elhamra’dan alınan kubbeler… Görseniz kızarsanız bizim gibi, ağlayasınız gelir… Dediğim gibi, kendi tarihlerini hasır altı etmişler de başkalarınınkini sergiliyorlar.
Bizim için Berlin’in tek iyi yanı, ucuz olmasıydı. Amsterdam’da 16 kişilik odaya geceliği 30 euroya yakın para verirken, Berlin’de 10 kişilik odaya 5.90 euro vermemiz inanılmazdı. Sonrasında öğrendik ki meğer hostel yeni kurulmuş daha ve Türklere aitmiş. İnanılmaz temiz ve güzel olan bu işletmeyi takdir etmemek ve Ümit Abi’nin neşe dolu yüzünü bir kez daha anmamak olmazdı. Hepsi bu kadar sanırım. Elde hüzünden başka bir şey yok Berlin’e dair. Tüm umutlarımızı Prag’a bağladık…



13 Haziran 2012 Çarşamba

TUR GÜNLÜKLERİ 3: AMSTERDAM


08.06.12
Amsterdam yolculuğumuz için sabah 9'da kalktık. Valizleri kapattık, kahvaltı ettik, yolluk hazırladık ve 11’de çıktık. İşin zor kısmı valizleri trene götürmekti. Benim valizim yaklaşık 25 kiloydu, ben artık ona alışmıştım. Tuğba’nın valizi de 15 kilo vardı ve babasına aldığı şaraplar ile belki daha da fazla. İşin kötüsü tekerleklerden biri de çalışmıyordu. Götürmek istediğin yere gitmesi için büyük efor vermek lazımdı. Bir şekilde trene ulaştık ve 12.25 Brüksel trenimize bindik. 13.45’te Brüksel'deydik. Amsterdam’a direkt giden trenlere bilet bulamadığımız için Brüksel’de aktarma yaparak daha yavaş ve konforsuz bir trene bindik. Valizleri koyabileceğimiz bir yer yoktu. Koridorda da bırakamazdık çalınma ihtimali vardı, devamlı anons geçiliyordu. Biz de iki koltuk arasına sıkıştırdık valizleri Tuğba’yı da oturttuk o koltuklara yolculuk başladı. İlk bir saatlik konforlu yolculuğun ardından 3 saatlik konforsuz yolculuk bizi biraz yordu. Tuğba’nın ayaklarını sarkıtamamaktan dolayı bacakları tutuldu ve biraz da midesi bulandı. Ama ilk tren yolculuğu olduğu için bence bu çok az bir reaksiyon. Amsterdam’a böylece vardık ilk iş hostelimizi bulabilmek adına Turist Ofisi’nden harita istemek oldu. Ancak haritalar 2.5 euroydu. Almadık, bir yere oturduk ve nasıl gidebileceğimizi düşünürken bilet bayiinde çalışan, yol tarifinde yardımcı olan bir Türk çocuğa rastladık. Hollanda doğumlu bu çocuk, bize hem bedava bilet verdi –ki bir bilet 2.60 euro, dolayısıyla bize bilet vermesi çok ince bir davranıştı- hem de nasıl gidebileceğimizi tarif etti. Bedava biletlerimizle metroya bindik. Metrodan inince hostelimiz 100 metre uzaklıktaydı. Shelter City Hostel isimli hostelimiz Hristiyan hosteli , dolayısıyla kız erkek karışık odalar yok. Güvenli, giriş kartını göstermeden hostele giremiyorsun. Biz 16 kişilik bir odada kalıyoruz.  Odamız çok kalabalık ve biraz sıkışık ama çok da sıkıntı değil, herhangi bir yerde uyunabilir, çünkü bu interrail. İlk geldiğimizde hemen ailelerimizi arayıp haber vermeye çalıştık vardığımız ancak internetimiz çalışmadı, resepsiyondaki adama bir problemimiz var diye gittiğimizde ise hep problem olur diyerek bizi hiç sallamadı. Sonra bu işin olmayacağını anlayarak bilgisayarı da alıp Mc Donalds aramaya koyulduk, oranın internetini kullanmak için. Mc Donalds bulduk interneti yoktu, tek şansımız Mc Donalds’ın karşısındaki Güllüoğlu Amsterdam kalmıştı. Oraya girdik, bir yandan baklava yeyip, demleme çay içerken- ki bu 4 aydan sonra çok büyük bir lüks- bir yandan da internete bağlanıp, bölük pörçükte olsa ailelerimizle konuştuk. Sonra yanımıza oturan Türk Hanım ve eşi ile tanıştık. sohbet ettik. Evlilik yıl dönümlerini kutlamak adına dışarı çıkmışlar, arkadaşları ile buluşacaklarmış ama telefonun şarjı bitip kapanınca bir türlü haberleşip buluşamamışlar. Bilgisayarımızdan telefonunu şarj eden adını bilmediğimiz hanım, daha sonra kocasını gönderip bize bugünkü Hollanda maçı için formalar aldı. İkimizin de birer tane Hollanda forması vardı artık. Onun sevinci ile odamıza döndük. Kahve yaptık kendimize, kahvelerimizi bahçede yudumlarken bir de güzel şarkı açtık bilgisayardan… Sonra birden bir ekran açıldı bilgisayarda ortak ağa bağlan diye. İnternetimiz kendiliğinden olmuş, bağlanmıştı işte…İyi başlayan, sonra tersine dönen şanssızlaşan, sonra tekrar iyileşen bir gün oldu bugün..Ama çok da güzel oldu…

09.06.12
Amsterdam’daki ilk gezi günümüzde hava çok soğuk ve yağmurluydu. Sabah hostelde kahvaltımızı edip, öğlen yemeğimizi hazırlayıp çıktık. İlk hedef Madam Tussaud Müzesi’ydi.  Müze girişinde aman aman bir sıra yoktu, 10 dakikada içerdeydik. Girişte verdiğimiz 20 euro biraz canımızı sıksa da eğleneceğimizi biliyorduk. Bileti alınca Obama ile resmimizi çektiler. Sonra ilk heykelleri gördük, Lenin, Churchill vs. devamında kraliçeler ve Lady Diana. Akabinde ünlüler salonu: George Clooney, Robbie Williams, Robert Pattinson, Johnny Deep, Brad Pitt& Angelina Jolie, Jennifer Lopez, Lady Gaga. Hepsiyle bolca fotoğraf çektikten sonra devam ettik. James Bond serisinin 3 adamı: Sean Connery, Pierce Brosnan ve Daniel Craig. Onlarla smokinli, ardından Michael Jackson’la şapkalı fotoğraf çekildik, Mona Lisa’nın tablosunun içine girdik, Dali’nin bıyıklarını okşadık. Ama sonra bitti, müze sandığımız, umduğumuz kadar büyük değilmiş.. Madam Tussaud’dan çıktık ne yapsak diye sokaklarda dolanıyorduk ki, gündüz gözüyle Red Light’a gitmeye karar verdik. Red light o saatlerde boştu, içinden geçtik. Hala yapacak bir şey yoktu, bize övdükleri, yere göğe sığdıramadıkları Amsterdam, bu kadar olamazdı. Daha gün uzundu ve birşeyler yapmamız gerekiyordu, biz de Heineken deneyimini yaşamak istedik ve bira fabrikası gezisine çıktık. Günümüzün en keyifli kısmı oydu. Arpanın öğütülmesinden başlayıp, içilen biraya giden yoldaki tüm dönüşümlerini öğrendik. Artık hava iyice soğumuştu hostelimize geri döndük. Hava kararana kadar hostelimizin bahçesinde oturduk, çalışanlarla muhabbet ettik. Gece Red Light’ı görmek için tekrar çıktık. Kadın satmayı şova dönüştüren Hollanda’yı kutlamak lazım. Dapdaracık sokaklarda bedenini önce sergilemek sonra satmak zorunda kalan kadınlara ağzı sulanarak bakan erkekler gördük. Ot içenler, etrafta yürüyen diğer kadınlara da sarkıntılık yapanları da gördük. Bütün kadınları potansiyel seks malzemesi olarak gören andavalların hepsi oraya toplanmıştı. O sokaktan ve kalabalıktan olabildiğince hızlı uzaklaştık ve ertesi gün zinde kalkabilmek adına hostele geri döndük...

10.06.12
Bugün bir balıkçı kasabası olan, Amsterdam’a otobüsle yarım saat uzaklıktaki Volendam’a gittik. Volendam, Amsterdam’ın kalabalığının ve gürültüsünün ardından sakin, şirin, çok güzel evlerin olduğu bir kasabacık. Deniz kıyısında balık satılan ufak dükkancıklar var ve Hollanda’nın balıklarını deneyebiliyorsunuz. Balıkları denedik, biz biraz ucuzundan aldığımız için süper taze değildi ama idare ederdi. Deniz kenarında kuşları da besleyerek yedik yemeğimizi, açıklarda yelkenliler dolanıyordu. Ayrıca yine şanslıydık ki; yöresel kıyafetlerle gezen 10 kadar teyzeye rastladık ve onlarla resim çekildik. Göreceğimizi gördükten sonra, hiç istemesek de Amsterdam’a karmaşaya, sokaklardaki ot kokusuna geri döndük.  Gitmemiz gereken 2 hedef kalmıştı : 
1. I Amsterdam
2. Hard Rock Cafe
I Amsterdam’a doğru yürüyüşe geçtik ama  biraz yolları karıştırdığımız için, Museumplein’i aştık ve Vondelpark’ın oraya geldik. Vondelpark’tan geri döndük, I Amsterdam’ı bulduk.. Herkes gibi biz de resim çekilerek bir klişeyi yerine getirdik. Sonra Hard Rock Kafe’yi bulduk inanılmaz kalabalıktı, bakındık ve çıktık. Bugün de yapmamız gerekenleri yapmış olmanın huzuru ile hostele döndük. Kendimize marketten kocaman bir paket tiramisu aldık ve mideye indirdik, Yalan Dünya’nın son bölümü eşliğinde. Bizim de güne güzellik anlayışımız bu ne de olsa…

11.06.12
Bugün yolculuk günü!  Akşam 7’de Berlin’e doğru yola çıkılacak, çok yorulmamalıyız. Çünkü yolculuğun nasıl şartlar altında olacağını bilmiyoruz. Sabahtan hostelden check- out işlemlerimizi yapıp valizlerimizi valiz odasına bıraktıktan sonra bahçe keyfi yapıyoruz, bahçedeki havuzun şırıltısı eşliğinde Berlin’de neler yapılabilir onları konuşuyoruz. Sonra çiçek pazarına yol alıyoruz, lale soğanları, evinde yetiştirebileceğin uyuşturucular vb. bir çok bitkinin kök hali. Sonra açlığa yenik düşüp Mc Donalds’ta yemek yiyoruz. En pahalı Mc Donalds’lardan biri de Amsterdam’daki. İstediğiniz sos başına 50 cent alıyorlar. İçindeki tuvalet dahi paralı. Yemeğimizi yedikten sonra hala hostele dönmek için iki saatimiz var ve Amsterdam’daki son iki saatimizi güzel değerlendirmek adına kanal turu yapıyoruz. Her ne kadar ben bir kısmında uyusam da yine de vaktimizi kötü değerlendirmemiş oluyoruz, son son Amsterdam’ın aşağı yukarı her yerini tekrar görmüş oluyoruz. Sonra hostele dönüş, bir kahve molası… Ailelerle haberleşme faslı..Ve yola çıkış… En uzun yolculuğumuz olacak Berlin yolculuğu, tam 9 saat…



8 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 2: PARİS, MA ROSE





05.06.12 - Birinci Gün
İlk yazdıklarımı yoldan yazmıştım şimdi ise otelden yazıyorum. Her şey zor olacakmış gibi görünürken işler bir anda tıkır tıkır çözülmeye başlar ya... İşte bugün bunu yaşadım. Paris’e Gare de l’est’e indikten sonra oteli aramaya koyuldum. Otel gara 3 dakika mesafedeydi. Valizi bırakıp çıktım ve Tuğba’yı Orlyval’den ineceği yere almaya gittim. Ben gittikten 10 dakika sonra o geldi. Bir an sanki ben Türkiye’ye dönmüşüm gibi hissettim, karşımda tanıdığım, bildiğim,sevdiğim o yüzü görünce. Trenimize bindik ve otelimize geri döndük, yerleştik. Çift kişilik yatağımız, duşumuz,tuvaletimiz, banyomuz ve sesi çok geçiren duvarlarımızla şartları çok da fena olmayan bir odaya, Tuğba’nın deyimi ile 'eve' sahiptik. Öte yandan duvarla o kadari inceydi ki, bütün kat tek odada yaşıyor gibiyiz aslında. Buraya kadar herşey çok yolunda ve kolay gidince ve enerjimiz bir türlü tükenmeyince, tüketme kararı aldık.  Bugün için yorgun olma ihtimalimizi göz önünde bulundurarak bir plan yapmamıştık, bir anda gelişti plan ve belki de bizim için en yorucu gün ilk gün oldu. Operaya kadar metro ile gittik . Metrodan indiğimizde koskoca opera karşımızdaydı. İçine giremesek de çevresini tavaf ettik. Opera binasının bulunduğu bölge tarihi eserlerin çok yoğunlaştığı bir bölge. Galeries La Fayette’in etrafında yürüdük. Biraz daha yukarı çıkıp Gare St. Lazare’ı da gördük. Oradan dik aşağı inip Madeleine Katedrali’ne vardık. İçine girdik, önünde resim çekildik.   Oradan da düz devam ederek Place De La Concorde’a vardık. Açlık hissi biraz hissedilmeye başlanmıştı ama çok da rahatsızlık verici değildi. Biraz daha yürüyüp Eiffel Kulesi’nin oradan yiyecek almaya karar verdik. Ama yanlış bir kararmış. Place De La Concorde’u aşıp Pont De La Concorde köprüsünü geçtikten sonra Mc Donalds vs. benzeri daha uygun yemek yenebilecek yerler azalıyor. Marketler nadirleşiyor. Hani hep denir ya “Allah kimseyi açlıkla sınamasın” diye ne kadar doğru bir söz olduğunu insan ancak aç kalınca anlıyor. Ben artık inanıyorum ki insan aç kalınca herşeyi yapabilir. Freud’un 3 temel içgüdü dediği; açlık, cinsellik ve şiddet. Birinin eksikliğinde öbürleri de tetikleniyor. İnsan aç kalınca daha sinirli oluyor örneğin, her hangi bir şeye parlayabilecek duruma geliyor. Biz açlık ve şiddet arasında gidip gelirken sonunda bir market bulduk ve soğuk da olsa sandviçlerimize kavuştuk. Güzeldi sandviçlerimizi Eiffel’e karşı yemek, her ne kadar Tuğba’da ben de Eiffel delisi olmasak bile. Sonra yağmur yağmaya başladı ve biz de bir tiyatro girişine sığındık. Enerjimiz artık bitiyor gibiydi ama bir yandan da Tuğba Eiffel’de gece çekimi yapmak istiyordu. Işıkları yandığında, bekledik ve başardık. İstediğimiz bütün resimleri çektik. Geri döndüğümüzde o kadar yorulmuştum ki hemen uyuyakaldım…


06.06.12 - İkinci Gün
Bu sabah bir türlü kaldırmadık kendimizi yataktan. İnsaflı davranıp 9’a kurduğumuz alarmı iptal edip, 10 buçukta kaldırabildik kendimizi. Kahvaltımızı edip, öğlenlik sandviçlerimizi hazırladıktan sonra yola koyulduk. İlk hedef Louvre Müzesi idi. Yola çıkmadan önce metroda Tuğba’ya frambuazlı makaron aldık. Benim makaron aşığı küçüğüm o makaron’u Louvre’un bahçesinde yiyeceğim diyerek yol boyunca sadece kokladı. Bahçeye vardığımızda ilk işimiz onu yemek ve resimlemek oldu. İkimiz de daha önce sadece bahçesine kadar girebilmiştik Louvre’un, müzeyi gezmek kısmet olmamıştı. Müzedeki en ilgi çekici eser olan  Mona Lisa; bizim özel ilgi alanımıza girmiyordu, biz Antik Mısır Bölümü’nü görmek için yanıp tutuşuyorduk. Büyük Piramit’in önünde tonla fotoğraf çekildikten sonra -Tuğba sayesinde- o piramidin içine girdik. Girişte şanslıydım ki Lorraine Üniversitesinin kartı ile bedavaya girdim. Ama Tuğba o kadar şanslı değildi 10 euro ödedi. Ancak haritamız olmasına rağmen müzenin içinde yolumuzu bulmakta zorlandık. “Şimdi şu salondayız, burdan buraya gitmemiz gerek” diye saniye saniye takip ettik. Başta Yunan eserlerinden bir kısmını -en meşhurlarını- gördük. Mars& Venüs heykeli, adını bilmediğim ama sıkça karşımıza çıkan kolları olmayan kadın heykeli… O arada bir yandan da bütün enerjimizi yolumuzu bulmaya, kalabalıktan sıyrılmaya verdiğimiz için çok da dikkatli inceleyemedik. Ama Mısır bölümüne geldiğimizde dikkatsizlik yerini aşırı bir dikkate bıraktı. İtiraf etmeliyim ki; daha çok lahit ve mumya bekliyordum. Ancak orada daha çok Mısırlıların günlük eşyalarını ve yaşayış tarzlarını gösteren eşyalar sergileniyordu. En ilginç kısım mumyalanmış kediler, köpekler ve timsahtı. Sonrasında meşhur Mona Lisa Hanım’ı görmeye, İtalyan tablolarının olduğu kısma gittik. İnanılmaz bir kalabalık ve Mona Lisa ile resim çektirmeye çalışan tonla insan vardı. Onlar gibi biz de yer kapmaca oynadık, kazandık ve resimlerimizi çektirdik. Saat 4’e gelmişti, acıkmıştık, sandviçlerimiz yemek için dışarı çıktık.  Louvre’un bahçesinde piramitlerin arasında sandviçlerimizi yedik ve keyif yaptık. Sonra da görmek istediklerimizi görüümüze karar verip, müzeye tekrar girmedik ve Champs-Ellysees’e doğru yola çıktık. Çok da uzun olmayan bir yürüyüşten sonra o meşhur caddeye vardık. Cadde de salına salına yürüdük. İnsanları, arabaları izledik. Büyük, ışıklı mağazalar arasında yürümeye devam ederken insanların makaron almak için yarıştıkları Laduree’yi gördük. Bu işin en meşhuru olduğu o kadar belliydi ki, insanlar o küçücük mağazanın içinde minicik ama çeşit çeşit renkteki makaronlara inanılmaz paralar döküyorlardı. 
Orada olay yeri incelemesi yaptıktan sonra tekrar De Gaulle Anıtı’na doğru yürüyüşe geçmiştik ki lise arkadaşımız Kübra’ya rastladık. Dünya’nın ne kadar küçük olduğu bir kez daha kanıtlandı.  De Gaulle Anıtı’na varıp, resimlerimizi çektirdikten sonra geri dönecektik ki yağmur başladı. Yağmur sağolsun, onun sayesinde bir yere sığınma ihtiyacı ile bir kafeye girdik ve böylece Champs- Elysees’de kahve de içmiş olduk. Ne kadar dolu, güzel bir gündü bu böyle…


07.06.12 - Üçüncü Gün

İki gündür çiseleyen yağmur bugün sağanağa dönüştü. Tam da bizim Pere Lachaise Mezarlığına gidip, Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını bulma girişiminde bulunduğumuz anda. Mezarlığa vardıktan sonra başlayan yağmur bizi öyle ıslattı ki, mezarlıktan kaçarak uzaklaşmak ve bir yere sığınmak, hafifleyince de şemsiye almak zorunda kaldık. Yağmur durduğunda ıslanmamıza rağmen akıllanmayarak, mezarlığa “ Ölmek var, dönmek yok” nidalarıyla geri döndük. Yenilen pehlivanın güreşe doymaması gibi, mezarlığa girdiğimiz anda tekrar yağmur başladı. Bu seferki yağmur o kadar hızlı ve şiddetliydi ki, korunmak adına, anıt mezarlardan birinin çatısı altına girmek zorunda kaldık. Sonrasında tam mezardan çıkmaya niyetlenirken artık yenildik derken, Yılmaz Güney’in mezarını gördük. O kadar sevindik ve gaza geldik ki, mezarlıkta ilerlemeye, Ahmet Kaya’nın mezarını  aramaya devam ettik. Onu da bulduk ve akabinde Balzac’ın mezarını. Artık ıslaklıktan üşümeye başlamıştık, yetinmek lazım diyerek kurumak ve ısınmak adına otele döndük. Üstümüzü değiştirdik, kuruduk, ısındık, doyduk ve tekrar yollara düştük. Hedef Sacra Coeur ve Montmartre tepesiydi. Gökyüzü bulutlarından sıyrılmış ve güneş de yüzünü göstermişti. Sacra Coeur’ü güneşin altında pırıl pırıl parlarken bulduk. İçinde ayine denk geldik ve çok kısa da olsa dinleme imkanına eriştik. Montmartre’a doğru yola çıktık ve insanların ayak üstü neredeyse aynısını çizen, karikatürlerini yapan bir çok ressama rastladık. Ama bir resim yaptırmak  40 euro olduğu için sadece seyretmekle yetindik. Montmartre’dan yavaş yavaş aşağı doğru indik, birkaç ufak hediyelik aldık. Haritaya baka baka yapılan 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından Molin Rouge’a vardık. Gündüz çekimi yaptık, akşam yemeğimizi yedik ve akşam çekimi yaptık. Son hedefi de başarmıştık. Plandaki her yere gitmiştik, kafamızın içinde Paris’in üstüne kocaman tik atarak odamıza döndük. Valizlerimizi toparladık… Ertesi sabah Amsterdam’a uzun bir tren yolculuğu bizi bekliyordu ve bu Tuğba’nın ilk tren yolculuğu olacaktı…

5 Haziran 2012 Salı

Tur Günlükleri 1: Nancy - Vedalar



Giderken ağlayacağımı hiç tahmin etmezdim. Neden böyle olduğumu bilmiyorum. Nancy’i de pek sevmemiştim oysaki, bir türlü ısınamamıştım soğuk Fransızlar’a. Tur yapıp Türkiye’ye dönmek içinde can atıyordum. Ama bu sabah Melda’dan,Yasemin’den, dün Tezcan Abla’dan, onda önceki gün ise Övünç’ten ayrılmak koydu. Burada ne kadar alışmışız birbirimize, aile gibi olmuşuz meğer biz. Gibisi fazla aslında biz burada aile olmuşuz, eksikleri tamamlayan, fazlaları eksilten, yanlışları düzelten, güzel bir aile olmuşuz.
Trene binerken Yasmin’den ayrılışıma hüzünlenince aklıma Türkiye’den, ailemden ayrılışım geldi. Meğer insanı ağlatan ayrılmak kavramıymış, bir şeylerin sonuna gelmek… Ben de artık biliyorum ki Fransa maceramın sonuna geldim, Fransa’dan çıkmama sadece 3 gün kaldı. Yağmurlu havalara, soğuk insanlara, yeşil doğaya, sokaklarda sabahlamaya tam yeni alışmışken, hadi hoppa önce düzensizliğin ardından da yıllardır alışık olduğun düzenin içine dönmece… Adaptasyon zor değil ama yine de keşke sevdiklerim arkada kalmasa. Birine sahip olmak için birini bırakmak zorunda kalmasam… Hepsi hep benimle olsa, her gittiğim yere götürsem, hayat ne kadar kolay olurdu.
Bu sabah Tezcan Abla’ya uğrayamadım, iyi ki de uğramamışım, dünden vedalaşmışız. Yoksa bir posta da orada ağlardım… Okumayacağını bile bile ona buradan teşekkür etmek istiyorum. Nasıl da kandırmıştı beni, ilk geldiğim gün Fransız’ım ben ama okulda Türkçe öğrendim diye… Nancy’de kimsesiz kaldığımı sandığımda kimsem oldu, yedirdi, içirdi, gezdirdi… Neşe kaynağı oldu, göbek atmalarımla alay etti ama yeridir, tutamıyorum kendimi müzik duyunca.
Sonra Melda… Başta ne zaman geleceğimi bile anlamadı, ama sonra karşısında görünce tüm enerjisi ile kucakladı, bağrına bastı, halayına kattı !
Sonra Övünç… İnternetsiz kaldım sandığım anda bilgisayarımın ayarlarını yaparak kurtarıcı oldu, hasta ve olduğumda, yalnız kaldığımda yanımda oldu, yüzümü güldürdü…
Sonra İhsan Abi… Bizi yemeklere götürdü, işimize koştu yoğunluğunun arasında… Pişmaniyeler aldı, Türkiye’ye en özlem duyduğumuz anda…
Ve tabi Yasemin… En büyük vedalardan biri de ona. En geç onunla tanıştık ama en çabuk da onunla kaynaştık. Seninde dediğin gibi Yasmin, biz birbirimize ne kadar benziyoruz, İstanbul’da ayrılmayalım… Bana odanı açtığın, herşeyini paylaştığın, bu kadar güzel kalpli olduğun için teşekkür ederim…
Fonda Apocalyptica-Ville Valo’dan Bittersweet çalarken, şarkı yüzünden yazıma daha da acı katmadan, hepinizi sevdiğimi söylemek istiyorum Cano’lar !!
Ekim’de İstanbul’dayız takılıyoruz İhsan Abi ve Tezcan Abla’yı da ağırlamak için bekliyoruz !