12 MART 1971 DARBESİNİN TÜRK
EDEBİYATINA ETKİLERİ
ÖZET
12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs
darbesinin ardından yapılan ‘görece özgürlükçü’ anayasanın açtığı siyasal alanı
daraltmak amacıyla yapılmıştır. Muhtırayla birlikte, ordu yükselen sol hareketi
bastırmakta gecikmemiştir. Tutuklanan, işkence gören, idam edilen bir çok insan
olmuştur ve bu gruba yazar ve aydınlar da dâhildir. Dolayısıyla darbe, dönem
Türk edebiyatını derinden etkilemiş ve ardı ardına yaşananları, dönemin çeşitli
kesimlere etkisini anlatan romanlar yazılmıştır. Dönem edebiyatının
inceleneceği bu araştırma, 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde 12 Mart’a giden
süreç ve darbe, ikinci bölümde darbenin Türk edebiyatına ve romancılığına yansıması
ve son bölümde ise Adalet Ağaoğlu’nun Bir
Düğün Gecesi ve Sevgi Soysal’ın Şafak
romanları üzerinde darbenin Türk aydınına etkisi incelenecektir.
1.
12
MART MUHTIRASINA GİDEN SÜREÇ:
12 Mart 1971
muhtırasının Türk edebiyatına etkisini incelemek için öncelikle 12 Mart’ı
yaratan süreci incelemek gerekmektedir. 12 Mart 1971’de yayınlanan, Süleyman
Demirel’in istifasına, yerine Nihat Erim’in başkanlığında bir teknokratik
hükümetin gelmesine neden olan, 12 Mart muhtırasının maddeleri şöyledir:
I.
“Parlamento ve hükümet, süregelen tutum,
görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik
huzursuzluk içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü
reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir
tehlike içerisine düşürülmüştür.
II.
Türk Milleti’nin ve sinesinden çıkan
silahlı kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği
giderecek çarelerin partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce
değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü
reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak
ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kuralları içinde teşkili zaruri görülmektedir.
III.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği
takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye
Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan
doğruya almaya kararlıdır.
Muhtırayı kaleme alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
deyimiyle ‘kardeş kavgası, anarşi, sosyal ve ekonomik huzursuzluğun’ nasıl
başladığı sorusunun cevaplanabilmesi ise, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini takip
eden süreçte, Türk siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatında yaşanan değişikliklere
bakmakla mümkündür.
Askeri cuntanın, Türk siyasal ve toplumsal hayatını en çok etkileyen
değişikliği: 1961 Anayasası’dır. Darbenin hemen ardından, hazırlanmaya başlanan
anayasada, akademisyenlerin fikri alınmış ve dönemin aydın kişilerinin önderliğinde
bir anayasa hazırlanmıştır. Türkiye tarihinde yapılan anayasalara bakıldığında
en özgürlükçüsü olan 1961 anayasasının, Türk ekonomik ve toplumsal yaşamı için
çığır açan yönü; ikinci kuşak haklar olarak tanınan, burjuva demokratik
devrimlerinden sonra kapitalist toplumlarda hızla artan eşitsizlik ve
yoksunlukları azaltmaya, iktisadi ve sosyal yönden zayıf durumdaki kişi ve
sınıfları koruyan haklara, yer vermiş olmasıdır.
Sendika, grev, toplu sözleşme hak ve özgürlükleri bu gruba dâhildir. Yeni anayasa ile devlet, bir ‘sosyal devlet’
olarak tanımlanırken, üniversitelere özerklik, öğrencilere dernek kurma hakkı,
işçilere grev hakkı tanınmıştır.
60 darbesinin getirdiği ikinci
önemli değişiklik ise, ekonomide olmuştur. Darbenin hemen ardından Eylül
1960’ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı ile planlı kalkınma sağlanmaya çalışılmıştır.
Kalkınma planlarıyla, yatırımları merkezden kontrol etmek ve piyasada pazarlık
yerine en üst düzeyde yaşanacak pazarlığa uygun bir durum yaratılmak,
ekonominin temel amaçlarından olmuştur.
Birikim tarzının, burjuvaziye ayrıcalıklar tanıyan bu yönünün yanında, bir
diğer yönü ise, işçi örgütlerine ve diğer örgütlere tanıdığı statü ve verilen
haklarla görece eşitlik sağlanmaya çalışılmasıdır. Bu sistemle aşırı büyüme ve
giderek zayıflama eğilimine girecek olan devlet, toplumun politizasyonuna da
neden olacaktır.
Bu siyasal ve ekonomik
düzenlemelerin işçi hareketlerine yansımasına bakıldığında ise, 1964’te Türkiye
İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş) tüzüğüne eklenen ‘partiler üstü
politika ilkesi’ ile konfederasyon içi krize girdiği görülür. Kriz, sendikanın
bölünmesi ve 1967’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) destekçilerinin yönetimde
olduğu, Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması ile sona
ermiştir. İşçi
sendikasında yaşanan bu bölünme, karşılıklı siyasi kutuplar belirlenmesine de
neden olmuştur. TİP ile yoğun ilişkide olan Disk’e karşılık, meclisin yani
Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin desteğini arayan bir Türk-İş görülmektedir.
Yeni kurulan Disk’in üyeleri hızla artarken, Türk-İş ise Disk karşısında,
hükümetten aradığı desteği sağlayamaması ile kan kaybetmiştir. Bu yıllar, işçi
hareketinin istikrarlı biçimde yükseldiği, sadece grevlerde değil aynı zamanda
fabrika işgali, kitlesel sokak gösterileri gibi yeni bir mücadele kültürünün
edinildiği bir dönem olmuştur. Bu
dönemde dünyada yaşanan politik hareketlenmeler de Türkiye’deki politizasyon
sürecini hızlandırmıştır. ABD’nin Vietnam’ı işgali sırasında ortaya çıkan
anti-emperyalist direniş, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Kültür Devrimi ve Küba
Devrimi, Avrupa’da olduğu kadar Türkiye’de de hareketlenmelere yol açmıştır.
Döneme dair
değinilmesi gereken bir diğer başlık ise, YÖN
Dergisi’dir. 1950’lerin Forum dergisinde olduğu gibi, YÖN de entelijansiyanın temel ideolojik eğilimlerini ve bu sayede
gelecekteki ideolojik dalgalanmaları haber veren dergidir.
Sadece YÖN’ün yayınladığı
bildirideki imzacı listesine bakıldığında, derginin; öğretmen, öğrenci,
gazeteciden, sendikacı ve mühendise kadar uzanan listesiyle, Tip, Disk,
Dev-Genç vb. hareketler ile gelmekte olan dönemin politik-sosyal niteliğinin
habercisi olduğu görülür.
Türkiye’de bu dönemde yaşanan büyük
çaplı işçi ve öğrenci eylemlerine bakıldığında ise, darbenin de tetikleyicisi
olan, 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanması ve ‘Amerikan askerlerinin
kaçırılması’ eylemleri görülür. Şubat 1968’den itibaren örgütlenen üniversite
öğrencileri, ilk eylemlerini İstanbul Hukuk Fakültesi’ni işgal ederek
yapmışlardır. Ancak en büyük eylem ise, 4 Mart 1971’de, darbeden sadece 8 gün
önce gerçekleştirilen, 4 Amerikalı havacının kaçırılması olur. Askerleri
kaçıran, Deniz Gezmiş’in liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na karşı, bir
insan avı başlatılır.
Ülkedeki sınıf kavgalarını
simgeleyen eylem ise 15-16 Haziran 1970’de yaşanmıştır. Disk’in etkinliklerini
kısıtlamaya yönelik verilen, yasa önergesine karşı gerçekleştirilen eyleme,
Türk-İş sendikasına bağlı olan işçilerin de desteğiyle 100 bini aşkın işçi
katılmıştır. Bu eylem karşısında hükümet büyük sanayi kentlerinde sıkıyönetim
ilan etmiştir.
Görüldüğü
üzere, bu dönemde artan politik hareketliliği, hükümet kontrol etmekte
zorlanmaktadır. Adalet Partisi’nin, kendi içinde yaşadığı bölünmeler ve
toplumsal tabanının desteğini kaybetmesi de ordunun askeri müdahalesinin
sebeplerinden olur ve 12 Mart 1971’de yayınlanan muhtırayla Süleyman Demirel
istifa ettirilir, yerine Nihat Erim getirilir. Güçlenen solun temsilcisi olan
TİP kapatılıp, Disk’in birçok yöneticisi tutuklanırken, öğrenci hareketinin
temsilcileri de tutuklanır veya idam edilir. Anarşik
örgütlenmelerin, üniversitelerde yapıldığı gerekçesiyle öğretim üyelerine,
aydınlara yönelik tutuklama hamlesi de başlar. Ordunun, darbe sonrası solculara
karşı başlattığı insan avı, dönemin sol görüşlü aydın ve edebiyatçılarına kadar
uzanmıştır ve bu gruptan da tutuklanan, sürgüne gönderilen birçok kişi
olmuştur. Siyasi gençlik örgütleri kapatılır, sendika toplantıları yasaklanır.
Gazetelere kapatma cezaları verilir. Grev ve lokavt yasağı getirilir. 1961
anayasasının, darbecilerin deyimi ile Türkiye için “lüks” olan her maddesi
kaldırılır. Devlet, vatandaşlarına anayasa ile sağladığı hakları, ‘devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü’ sağlamak adına kaldırmıştır.
2.
12
MART MUHTIRASININ TÜRK ROMANINA ETKİSİ:
Karşıt görüşlü
insanların sokaklarda çatıştığı, ordunun yönetime el koyduğu, grevlerin,
baskınların, işkence ve idamların yaşandığı 12 Mart dönemi, Türk romancılığında
da büyük bir değişime neden olmuştur. 12 Mart öncesinde, kentlere olan yoğun
göçün etkisiyle, sömürülen halk ve sömüren kapitalist burjuvazi teması,
romanlarda sık sık işlenmektedir. 12
Mart darbesi ise, gelişen solu ezen egemen güçler ve yaşanan tüm işkence, idam
olaylarının etkisi ile Türk edebiyatında politik-roman döneminin başlamasına
neden olmuştur. Tutuklanma ve işkenceden birebir payını alan veya sadece ezilen
sola yaşatılanları, toplumun diğer kesimlerine anlatmak için yola çıkan birçok
yazar, yaşananları anlatan, gerçekçi romanlar ve şiirler kaleme alır. Yazarlar,
Berna Moran’ın deyimiyle, cezaevleri, karakollar, hapishaneler gibi kapalı
dünyalarda yaşanan işkence ve zorbalığı, bu dünyanın dışında kalan halka
anlatmayı amaçlamıştır. Gündelik yaşamının dışında, kapalı kapılar
ardındaki bir dünyayı, gerçekliği esas alarak anlatan 12 Mart dönemi Türk
romanı, dönemin okurları için sarsıcı ve etkileyici olmuştur. Ancak bu yaklaşım
dönem romanlarında bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir:
a. Konu Birliği:
12 Mart dönemi romanları, tek bir konuya odaklanmıştır ve o dönemde yazılmış
bütün romanlar aynı sorunu işler: Türkiye’de devrimcilere karşı girişilen baskı
ve zulüm politikaları. Yazarlar,
konuyu ‘devrimcilerin yaptıkları değil, devrimcilere yapılanlar’ açısından vermiştir.
12 Mart hareketinin başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği, devrimcilere
yapılanların anlatılması ile örtülmeye çalışılır. Hareketin hatalarını, Murat
Belge, 12 Mart romanlarının konu darlığından yakındığı yazısında şöyle
anlatmaktadır:
“ En kısa
özetiyle, işçi sınıfının sosyalist hareketini, küçük burjuvazinin has
bahçesinde yeşertmeye çalıştık. Bu olmadık toprakta bir türlü serpilemiyor,
resimlerden bildiğimiz başka yerlerdeki devrimcilere de pek benzemiyorduk.
Yüzümüzün çizgileri istenene uymayınca maske takmaya, omuzlarımız yeterince dik
durmayınca vatka tıkıştırmaya başladık. Sonra 12 Mart bunların hepsini alıp
götürdü. (…) Olayların dışında olanlar, olup bitenin sosyalizmden uzaklığının
pek farkına varmadan “içeriyle” bir duygusal özdeşlik kurdukları için, dışta
kaldılar. (…) Ve aslında deney aktarılamadı.”
b.
Karakterler:
12
Mart dönemi romanlarının bir diğer özelliği ve bir diğer sorunlu yanı,
başkarakterlerinin edilgen oluşudur. Romanlar,
devrimci gençlere yapılanlar üzerinden yürütüldüğü için devrimciler pasif ve
edilgen kalmış, adeta mazlumlaştırılmıştır. Devrimci harekete, sokaklarda
protestolara, çatışmalara katılmış olan kişilerin sadece çaresizliği
yansıtılmıştır. Bu sorunlu bakış açısı, 12 Mart romanının gerçekçiliğine de
gölge düşürmektedir. Zira işkencenin yanlışlığı tartışılmaz olmakla birlikte,
romanlarda, devrimci hareket yokken, tutuklamalar ve işkence olgusu ortaya
çıkmış gibi davranılmaktadır. Başarısızlığa uğramış devrim hareketi arka
plandadır, ön plana çıkarılan ise egemen güçlerin keyfi davranışları,
zorbalıkları ve yaptıkları zulümdür.
c.
Biçim
Sorunu: 12 Mart dönemi romanlarında rastlanan bir diğer
ortak özellikse, gerçekçiliktir. Hapishanede olanların yaşadıklarını, bütün
ayrıntıları ile verme çabasındaki yazarlar, içeriğin gerçekçilik boyutuna daha
fazla önem vermiş ve biçimi göz ardı etmişlerdir. Anadolu romanı olarak
adlandırılan 1950’leri anlatan romanlarda hâkim olan, öyküye şekil veren
sanatsal anlatı formatı, 12 Mart romanında yerini gerçekçiliğe bırakmıştır.
Estetik kaygılar taşımadan yazılan bu eserler, o dönemde ilgiyle karşılansa da,
günümüzde tarihsel değeri için okunan sosyolojik roman sınıfına katılmışlardır.
Bu
dönemin önemli romanları ise şunlardır; Adalet Ağaoğlu; Bir Düğün Gecesi, Sevgi Soysal;
Şafak, Pınar Kür; Yarın Yarın,
Füruzan; 47’liler, Çetin Altan; Bir Avuç Gökyüzü.
3.
12
MART DÖNEMİ TÜRK AYDINI: ‘BİR DÜĞÜN GECESİ’ VE ‘ŞAFAK’ ROMANLARI ÜZERİNDEN
İNCELEME
27 Mayıs 1960 darbesi, Türkiye’de ekonomik, siyasal,
toplumsal alanı etkilediği kadar, düşünsel alanda da büyük etki yaratmıştır.
Darbe sonrası, devlet otoritesinde yaşanan yumuşama, Türk aydınına farklı
düşünmenin kapılarını aralamıştır. Bunun aracı ise Yön dergisi olmuştur. Sürekli bir devrimci sürecin yaratılması
çerçevesinde devletçiliği benimseyen Yön
önderliğinde oluşturulan hareket, Türk sosyalist aydınının oluşumuna ve erken
bir iktidar hırsı içine girmesine neden olmuştur. Bu
dönemde halk-aydın ikiliği aşılamamış, 1960 öncesi var olan “bürokrat aydının”
yeri “sol aydın” tarafından doldurulmuş ve aydının, halktan kopuşu hızlanmıştır. Hiçbir
örgüt programı ve pratiği olmayan Yön hareketi, 1970’lerin başında iktidar
olmak ile karşı karşıya kalmış, ancak yenilmiştir. Bu
yenilgi, dönem romanlarında da sıkça rastladığımız aydın bunalımının da esas
sebeplerindendir. Bu yenilginin ardından, hareketi ve hareketin eksiklerini
sorgulamaya başlayan “aydın” kişiler, aynı zamanda kendi kişisel eksiklerini de
bu sorgulama sürecine eklemişlerdir. Bu izlenime sahip olmamızı sağlayanlar ise
yine dönem romanlarıdır. Darbe sonrası, aydın bunalımına değinen romanlardan Bir Düğün Gecesi ve Şafak’ın konuları şöyledir: Sevgi
Soysal’ın kaleme aldığı Şafak, bir
gece süresinde, 3 ayrı mekanda geçmekte, yani Adana’da bir işçi evinde
başlayıp, Emniyet Müdürlüğü’nün ardından, şafak vakti Adana sokaklarında sona
ermektedir. Bir işçi evinin basılması ve evdekilerin gözaltına alınması gibi
basit görünen bir başlangıca sahip olan kitap, evdeki farklı görüşlerdeki
insanların, eski yaşantılarını sorgulamaları ve hatıraları aracılığıyla
genişlemektedir. Kitapta işçi, İşçi Partili, bozkurtçu birçok karakter
bulunmakla birlikte, bu bölümde adı geçecek karakterler, Oya ve Mustafa’dır.
Oya, evli ve iki çocuk annesi, komünizmi övme suçundan Adana’da sürgüne
gönderilen küçük burjuva bir yazardır.
Mustafa ise işçi bir ailede doğmuş, İstanbul’da üniversite okurken öğrenci
hareketine katılmış, hareketin içinde olan Güler ile evlenip, Urfa’da öğretmen
olmuştur.
Öğretmenliği süresince de harekete destek vermiş, bu sebeple tutuklanmıştır.
Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanı ise, hayal kırıklığına uğramış ve
politikaya küsmüş devrimci küçük burjuva aydınının çıkmazına ve içine düştüğü
bunalıma eğilen en önemli romanlardandır. Bir
düğünde toplanan, çok çeşitli kesimlerden insanları bir araya getiren (ordu
mensupları, burjuvazi, devrimci üniversite öğrencileri, sosyalist öğretim üyesi
ve sanatçı) romanın, aydın karakterleri Ömer ve Tezel’dir. Ömer, devrimci
öğrencileri tarafından yeterince devrimci olmamakla suçlanmasının yanında,
darbe sonrası gözaltına alınan ancak erken salıverilmesinin ardından kendi
çevresince de dışlanan bilim adamıdır.
Tezel ise, öğrenciliğinde devrimci harekete katılmış, şimdi ise ünlü,
solcu bir ressamdır. Ancak harekete ve hayata dair tüm inancını, devrimci
gençlerin, sergisini basarak, devrimi yeterince iyi resmedemediğini söylemeleri
ve Tezel’in suratına tokat atıp, tükürmeleri sonucu kaybetmiştir.
Bu iki romandan örnekler vererek, aydınların
yaşadığı bu bunalımın sebeplerini sıralayacak olursak, ilk karşımıza çıkan;
aydınların, hareketin pratikteki temeli olan işçi sınıfıyla yeterli
birlikteliği sağlayamaması olur. Fikriyatta sağlanan birlikteliğe rağmen,
aydınların işçi sınıfının dünyasına adaptasyon sorunu var olmuştur. Bu sorunun,
en açık örneğine ise Şafak’ta
rastlanmaktadır. Sosyalist harekete destek verdiği için hapse giren Öğretmen
Mustafa’ya, koğuş arkadaşı Ahmet’in söylediği sözler bu sınıf farkının
dillendirilmiş halidir:
“Sosyalizm
işçi sınıfının ideolojisidir, cümlesini benimsemek, güzel ve haklı bulmak,
bunların gereklerini yerine getirmeye yetmez. (…) Örneğin siz öğretmenler,
tipik küçük burjuvalarsınız. Bütün yaşantınız ve tavırlarınızla. Sen
öğretmenliği, küçük burjuvalığı seçmişsin, ama bir yandan da geldiğin sınıfın
ideolojisine sahip çıkmak istiyorsun. Olmaz, iki şey birden seçilmez.”
Halkın, aydına olan bakışı da yine Şafak’ta, Oya’nın (yazar, darbe sonrası
sürgüne gönderilmiş), polis memuru Abdullah’a memleketini sorması sonrası,
Abdullah’ın düşüncelerinden anlaşılabilmektedir:
“Şimdi şaşıran
Abdullah. Aslında memleketinin sorulması çok doğal onun için. O da, tanıştığı
herkese önce memleketini sorar. Dostluğun ilk adımı. Ama Oya’yla ne tanışmak,
ne de dost olmak söz konusu. Oya gibilerin memleketi Abdullah’ı hiç
ilgilendirmez. Bambaşka memleketleri vardır onların, memleketsiz insanlardır
bunlar. (…)”
Aydınlar, eğitimli olmaları, halkla çoğu zaman
birebir iletişimde olmamaları, iletişimde oldukları zaman sahip oldukları
teknik ve entelektüel dil dolayısıyla, halk tarafından kabul görmemiştir.
Ancak, aydının da halkı yeterince benimseyip-benimsemediği de göz önünde
bulundurulmalıdır. Darbe sonrasında, halkın da kendisini desteklemediğini fark
eden Türk “aydınının” yaşadığı bunalımın ilk sebebi budur.
Aydınlar, toplumun diğer kesimleri ile yaşadıkları
problemlerin yanında, kendi gruplarının içinde de problemler yaşamışlardır.
Darbe sonrası, gözaltına alınan, işkenceye maruz kalan aydınlar, kendisini
kimin ele verdiği sorusuna takılmışlar ve çevrelerindeki herkesten şüphe
duymaya başlamışlardır. Örneğin,
Bir Düğün Gecesi romanının
başkarakterlerinden bilim adamı Ömer’in, darbe sonrası içeri alınıp bırakılmış
olması ve üniversitesine geri dönmesi, arkadaş çevresi arasında dedikodulara
yol açar. Bu dedikodulara, Ömer’in ispiyoncu olduğu, devletle işbirliği yaptığı
da dâhildir.
Ömer ise böyle bir şey yapmamakla birlikte, yine profesör olan eşi Aysel’in
bile, Ömer’e o gözle baktığından şüphelenmektedir. Görüldüğü üzere, Türk
aydınının darbe sonrası yaşadığı bunalımın sebeplerinden biri de, kendisinin de
dahil olduğu aydın topluluğuna karşı benimsemeye başladığı paranoyaya varan
duygular ve fikirlerdir.
Aydınların, darbe sonrasında, inandıkları
ideallerin, bir daha gerçekleşemeyeceğini anlamaları, yani hayat amaçlarını
kaybetmeleri de yaşanan aydın bunalımının bir diğer sebebidir. İdeallerin
kaybı, sosyalist devletin savunucusu olan aydının, düşünmeyen, gelecekten
umutsuz ve artık toplum için çabalamayan bir insana dönüşümüne neden olur. Bir
Düğün Gecesi’nin diğer bir başkarakteri olan Tezel’in, “İntihar etmeyeceksek, içelim bari” cümlesi dahi, olanları unutmaya
çalışan, kaybetmiş aydının portresini çizmektedir.
SONUÇ
1960 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı içinde
gelişen sol hareketi, bastırma görevini yerine getiren 12 Mart 1971 darbesi, gelişen
solda kendine yer edinmiş, hareketi destekleyen aydınlarda da büyük bir değişim
ve bunalım sürecine neden olmuştur. Zira 1960’ta aydın kesim-ordu birlikteliği,
71 darbesinde ordunun aydın kesimi de susturması şeklinde tezahür etmiştir.
Aydınların, bu dönemde, halkla arasındaki bağların tamamen koptuğunu, kendi
çevresindeki insanlara dahi güvenmez olduğunu, bağlandığı sosyalist idealin yenilmesinin
ardından, hayat amacını kaybetmiş ve nihilist bir yaklaşıma sahip olduğunu
görmekteyiz. Umudun kaybedilmesi, aynı zamanda siyasal kurumlara olan inancın
kaybını da beraberinde getirmiştir. 12 Mart darbesinin olumsuz etkilerinin
sadece Türk aydınında değil toplumun her kesiminde görüldüğü bu süreç, 12 Eylül 1980 darbesi ile perçinlenmiştir.