20 Ocak 2013 Pazar

Satranç - Stefan Zweig

2013 yılında, sınavlarımın ve bitirme tezimin ardından, nefes aldığımı yeniden hissettiğim şu günlerde, beni bekleyen kitaplarımla da nihayet birer birer kavuşuyoruz. İlk sıralarda yer alanlardan biri de Satranç oldu. Kitabı birkaç ay önce, ders çalışmaktan sıkılırken, acaba birkaç ay sonra ne okusam gibi bir merakla, sitelerde önerilen kitapları tararken buldum.

Stefan Zweig'in yazdığı son kitap olan Satranç, 1942'de Buenos Aires'te yayınlanmış. Zira Avusturyalı olan yazar, 2. Dünya Savaşı yıllarında, karısıyla birlikte, Buenos Aires'e sürülmüş. Bu sürgün yeri, Zweig'in son durağı çünkü Zweig, kitabının basıldığı yıl, karısıyla birlikte intihar etmiş. Aydınlanmanın beşiği olan Avrupa'nın içine düştüğü 2. Dünya Savaşı'na, daha fazla dayanamamış Zweig... 1918'de kaleme aldığı mektubunda dile getirdiği "Benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık bile hava bırakmayacaklar. Peki nereye kaçmalı?" sorusunun cevabını, intiharda bulmuş. Zweig'in son kitabı olan Satranç'ı da, dünyanın içine düştüğü bunalım karşısında, yazarın girdiği bunalımı göz önünde bulundurarak okumak gerektiğine inanıyorum. Kitap, bir deniz yolculuğu sırasında gemide bulunan dünya satranç şampiyonu Czentovic ve bir grup satranç sever adam arasında geçiyor. Ki bu adamlardan biri de öykünün esas kahramanlarından Dr. B. Bir gemide, kısa bir zaman diliminde geçen bu uzun öykünün, bilinçte geriye dönüşler yaparak uzatıldığını söylersek yanlış olmaz. Ancak kitabın en açık ve eleştirel kısmı da bu geriye dönüştedir. Dr. B'nin geçmişine yapılan bu yolculuk, onun, Almanya'nın, Avusturya'yı işgali esnasında gözaltına alınışını, satranca olan derin sevgi ve nefretinin de sebeplerini ortaya koyar.

Kitap, satranç tutkusunu anlatır gibi görünmekle birlikte, ben, yazarın, öyküdeki öğelere farklı anlamlar yüklediği düşüncesindeyim. Kitaba bu şekilde bakıldığında, daha da anlamlı hale geliyor.Öncelikle, öyküde, insanların büyük bir tutkuyla bağlı oldukları ve kitaba da adını veren satranca bakalım. Satrancın ana malzemelerinden olan satranç tahtasının dünyayı temsil ettiğini düşünelim. Üstündeki taşlar ise büyüklü küçüklü Avrupa devletleri, piyonlar, atlar, vezirler... Oyunu oynayan taraflara bakacak olursak, bir tarafta dünya şampiyonu Czentovic karakteri ile temsil edilen Hitler'i görürüz. Diğer yanda ise ona karşı oynayan Dr. B yani müttefik devletler, belki İngiltere. İki kutba ayrılan; büyüklü, küçüklü dünya devletlerinin savaşı, satrançta resmediliyor. Taşlara yön verenler ise savaşan iki tarafın liderleri. Dr. B.'nin Czentovic ile oynadığı ilk oyunda, Czentovic'i  yendiğini, ikinci oyunda ise yanılgıya kapılarak yenildiğini görürüz. Ben, bu  yenilginin,yazarın savaş sonucunu erken tahmin etmesi, müttefiklerin yenileceğine inanmasından ileri geldiğini düşünmekteyim ki müttefik devletlerin yeneceği konusunda biraz ümidi olsaydı, yazarın intihar etmeyeceğine de inanmaktayım.

Bir diğer metafor ise, Avusturya'nın işgali sırasında gözaltına alınan Dr. B.'nin anılarına döndüğümüz bölümde görülür. Bu bölümde, gözaltına alındığı dönemde akıl sağlığını korumak için satranca tutunan Dr. B.'nin, daha sonra aklının içinde kendine karşı oynadığı satrançla akıl sağlığını kaybetme noktasına gelişini, onun ağzından dinleriz. Dr B.'nin anlattıklarından birkaç cümle şöyle; "Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek zorunda kaldım", "Kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren, bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum", "Savaşabildiğim tek şey içimdeki öteki ben'di". Aklını iki tarafa ayıran ve hırsla satranç oynatan, adeta savaştıran Dr. B.'nin aklındaki bu bölünme ve savaş, Avrupa'nın kutuplaşması ve içine düştüğü savaş bunalımı ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Kendi içinde böylesine bir savaş veren Dr. B. beyin hummasına yakalanırken, Avrupa'da Dr. B.'ye benzer olarak savaşın ateşi ile çalkalanmaktadır.

Kitap, bu metaforlar göz önünde bulundurularak okunduğunda, savaş yıllarını ve Hitler iktidarını eleştiren önemli bir kaynaktır. Kısacık sürede biten ancak akılda büyük yer edinen bu kitap, 2013 yılı için ilk tavsiyem... Ben ise Stefan Zweig okumaya, yazarın, vasat bir portrenin hikayesi olarak betimlediği Marie-Antoinette ile devam edeceğim. Fransa Krallığı dendiğinde hala en çok anılan isim olan, Versay Sarayı'nın her yerine işlemiş olan Marie- Antoinette'i, Zweig'in gözünden görmek, beni hayli cezbediyor...

19 Ocak 2013 Cumartesi

12 Mart 1971 Darbesinin Türk Edebiyatına Etkileri


12 MART 1971 DARBESİNİN TÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ
ÖZET
12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs darbesinin ardından yapılan ‘görece özgürlükçü’ anayasanın açtığı siyasal alanı daraltmak amacıyla yapılmıştır. Muhtırayla birlikte, ordu yükselen sol hareketi bastırmakta gecikmemiştir. Tutuklanan, işkence gören, idam edilen bir çok insan olmuştur ve bu gruba yazar ve aydınlar da dâhildir. Dolayısıyla darbe, dönem Türk edebiyatını derinden etkilemiş ve ardı ardına yaşananları, dönemin çeşitli kesimlere etkisini anlatan romanlar yazılmıştır. Dönem edebiyatının inceleneceği bu araştırma, 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde 12 Mart’a giden süreç ve darbe, ikinci bölümde darbenin Türk edebiyatına ve romancılığına yansıması ve son bölümde ise Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi ve Sevgi Soysal’ın Şafak romanları üzerinde darbenin Türk aydınına etkisi incelenecektir.
1.      12 MART MUHTIRASINA GİDEN SÜREÇ:
12 Mart 1971 muhtırasının Türk edebiyatına etkisini incelemek için öncelikle 12 Mart’ı yaratan süreci incelemek gerekmektedir. 12 Mart 1971’de yayınlanan, Süleyman Demirel’in istifasına, yerine Nihat Erim’in başkanlığında bir teknokratik hükümetin gelmesine neden olan, 12 Mart muhtırasının maddeleri şöyledir:
I.                   “Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içerisine düşürülmüştür.
II.                Türk Milleti’nin ve sinesinden çıkan silahlı kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kuralları içinde teşkili zaruri görülmektedir.
III.               Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya almaya kararlıdır.[1]
Muhtırayı kaleme alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin deyimiyle ‘kardeş kavgası, anarşi, sosyal ve ekonomik huzursuzluğun’ nasıl başladığı sorusunun cevaplanabilmesi ise, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini takip eden süreçte, Türk siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatında yaşanan değişikliklere bakmakla mümkündür. [2] Askeri cuntanın, Türk siyasal ve toplumsal hayatını en çok etkileyen değişikliği: 1961 Anayasası’dır. Darbenin hemen ardından, hazırlanmaya başlanan anayasada, akademisyenlerin fikri alınmış ve dönemin aydın kişilerinin önderliğinde bir anayasa hazırlanmıştır. Türkiye tarihinde yapılan anayasalara bakıldığında en özgürlükçüsü olan 1961 anayasasının, Türk ekonomik ve toplumsal yaşamı için çığır açan yönü; ikinci kuşak haklar olarak tanınan, burjuva demokratik devrimlerinden sonra kapitalist toplumlarda hızla artan eşitsizlik ve yoksunlukları azaltmaya, iktisadi ve sosyal yönden zayıf durumdaki kişi ve sınıfları koruyan haklara, yer vermiş olmasıdır.[3] Sendika, grev, toplu sözleşme hak ve özgürlükleri bu gruba dâhildir.  Yeni anayasa ile devlet, bir ‘sosyal devlet’ olarak tanımlanırken, üniversitelere özerklik, öğrencilere dernek kurma hakkı, işçilere grev hakkı tanınmıştır.[4]
            60 darbesinin getirdiği ikinci önemli değişiklik ise, ekonomide olmuştur. Darbenin hemen ardından Eylül 1960’ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı ile planlı kalkınma sağlanmaya çalışılmıştır. Kalkınma planlarıyla, yatırımları merkezden kontrol etmek ve piyasada pazarlık yerine en üst düzeyde yaşanacak pazarlığa uygun bir durum yaratılmak, ekonominin temel amaçlarından olmuştur.[5] Birikim tarzının, burjuvaziye ayrıcalıklar tanıyan bu yönünün yanında, bir diğer yönü ise, işçi örgütlerine ve diğer örgütlere tanıdığı statü ve verilen haklarla görece eşitlik sağlanmaya çalışılmasıdır. Bu sistemle aşırı büyüme ve giderek zayıflama eğilimine girecek olan devlet, toplumun politizasyonuna da neden olacaktır.[6]
            Bu siyasal ve ekonomik düzenlemelerin işçi hareketlerine yansımasına bakıldığında ise, 1964’te Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk-İş) tüzüğüne eklenen ‘partiler üstü politika ilkesi’ ile konfederasyon içi krize girdiği görülür. Kriz, sendikanın bölünmesi ve 1967’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) destekçilerinin yönetimde olduğu, Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması ile sona ermiştir.[7] İşçi sendikasında yaşanan bu bölünme, karşılıklı siyasi kutuplar belirlenmesine de neden olmuştur. TİP ile yoğun ilişkide olan Disk’e karşılık, meclisin yani Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin desteğini arayan bir Türk-İş görülmektedir. Yeni kurulan Disk’in üyeleri hızla artarken, Türk-İş ise Disk karşısında, hükümetten aradığı desteği sağlayamaması ile kan kaybetmiştir. Bu yıllar, işçi hareketinin istikrarlı biçimde yükseldiği, sadece grevlerde değil aynı zamanda fabrika işgali, kitlesel sokak gösterileri gibi yeni bir mücadele kültürünün edinildiği bir dönem olmuştur.[8] Bu dönemde dünyada yaşanan politik hareketlenmeler de Türkiye’deki politizasyon sürecini hızlandırmıştır. ABD’nin Vietnam’ı işgali sırasında ortaya çıkan anti-emperyalist direniş, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Kültür Devrimi ve Küba Devrimi, Avrupa’da olduğu kadar Türkiye’de de hareketlenmelere yol açmıştır.[9]
 Döneme dair değinilmesi gereken bir diğer başlık ise, YÖN Dergisi’dir. 1950’lerin Forum dergisinde olduğu gibi, YÖN de entelijansiyanın temel ideolojik eğilimlerini ve bu sayede gelecekteki ideolojik dalgalanmaları haber veren dergidir.[10] Sadece YÖN’ün yayınladığı bildirideki imzacı listesine bakıldığında, derginin; öğretmen, öğrenci, gazeteciden, sendikacı ve mühendise kadar uzanan listesiyle, Tip, Disk, Dev-Genç vb. hareketler ile gelmekte olan dönemin politik-sosyal niteliğinin habercisi olduğu görülür.[11]
            Türkiye’de bu dönemde yaşanan büyük çaplı işçi ve öğrenci eylemlerine bakıldığında ise, darbenin de tetikleyicisi olan, 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanması ve ‘Amerikan askerlerinin kaçırılması’ eylemleri görülür. Şubat 1968’den itibaren örgütlenen üniversite öğrencileri, ilk eylemlerini İstanbul Hukuk Fakültesi’ni işgal ederek yapmışlardır. Ancak en büyük eylem ise, 4 Mart 1971’de, darbeden sadece 8 gün önce gerçekleştirilen, 4 Amerikalı havacının kaçırılması olur. Askerleri kaçıran, Deniz Gezmiş’in liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na karşı, bir insan avı başlatılır.[12]
            Ülkedeki sınıf kavgalarını simgeleyen eylem ise 15-16 Haziran 1970’de yaşanmıştır. Disk’in etkinliklerini kısıtlamaya yönelik verilen, yasa önergesine karşı gerçekleştirilen eyleme, Türk-İş sendikasına bağlı olan işçilerin de desteğiyle 100 bini aşkın işçi katılmıştır. Bu eylem karşısında hükümet büyük sanayi kentlerinde sıkıyönetim ilan etmiştir.
Görüldüğü üzere, bu dönemde artan politik hareketliliği, hükümet kontrol etmekte zorlanmaktadır. Adalet Partisi’nin, kendi içinde yaşadığı bölünmeler ve toplumsal tabanının desteğini kaybetmesi de ordunun askeri müdahalesinin sebeplerinden olur ve 12 Mart 1971’de yayınlanan muhtırayla Süleyman Demirel istifa ettirilir, yerine Nihat Erim getirilir. Güçlenen solun temsilcisi olan TİP kapatılıp, Disk’in birçok yöneticisi tutuklanırken, öğrenci hareketinin temsilcileri de tutuklanır veya idam edilir.[13] Anarşik örgütlenmelerin, üniversitelerde yapıldığı gerekçesiyle öğretim üyelerine, aydınlara yönelik tutuklama hamlesi de başlar. Ordunun, darbe sonrası solculara karşı başlattığı insan avı, dönemin sol görüşlü aydın ve edebiyatçılarına kadar uzanmıştır ve bu gruptan da tutuklanan, sürgüne gönderilen birçok kişi olmuştur. Siyasi gençlik örgütleri kapatılır, sendika toplantıları yasaklanır. Gazetelere kapatma cezaları verilir. Grev ve lokavt yasağı getirilir. 1961 anayasasının, darbecilerin deyimi ile Türkiye için “lüks” olan her maddesi kaldırılır. Devlet, vatandaşlarına anayasa ile sağladığı hakları, ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü’ sağlamak adına kaldırmıştır.
2.      12 MART MUHTIRASININ TÜRK ROMANINA ETKİSİ:
Karşıt görüşlü insanların sokaklarda çatıştığı, ordunun yönetime el koyduğu, grevlerin, baskınların, işkence ve idamların yaşandığı 12 Mart dönemi, Türk romancılığında da büyük bir değişime neden olmuştur. 12 Mart öncesinde, kentlere olan yoğun göçün etkisiyle, sömürülen halk ve sömüren kapitalist burjuvazi teması, romanlarda sık sık işlenmektedir[14]. 12 Mart darbesi ise, gelişen solu ezen egemen güçler ve yaşanan tüm işkence, idam olaylarının etkisi ile Türk edebiyatında politik-roman döneminin başlamasına neden olmuştur. Tutuklanma ve işkenceden birebir payını alan veya sadece ezilen sola yaşatılanları, toplumun diğer kesimlerine anlatmak için yola çıkan birçok yazar, yaşananları anlatan, gerçekçi romanlar ve şiirler kaleme alır. Yazarlar, Berna Moran’ın deyimiyle, cezaevleri, karakollar, hapishaneler gibi kapalı dünyalarda yaşanan işkence ve zorbalığı, bu dünyanın dışında kalan halka anlatmayı amaçlamıştır.[15]  Gündelik yaşamının dışında, kapalı kapılar ardındaki bir dünyayı, gerçekliği esas alarak anlatan 12 Mart dönemi Türk romanı, dönemin okurları için sarsıcı ve etkileyici olmuştur. Ancak bu yaklaşım dönem romanlarında bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir:
a.       Konu Birliği: 12 Mart dönemi romanları, tek bir konuya odaklanmıştır ve o dönemde yazılmış bütün romanlar aynı sorunu işler: Türkiye’de devrimcilere karşı girişilen baskı ve zulüm politikaları.[16] Yazarlar, konuyu ‘devrimcilerin yaptıkları değil, devrimcilere yapılanlar’ açısından vermiştir. 12 Mart hareketinin başarısızlığa uğramış olduğu gerçeği, devrimcilere yapılanların anlatılması ile örtülmeye çalışılır. Hareketin hatalarını, Murat Belge, 12 Mart romanlarının konu darlığından yakındığı yazısında şöyle anlatmaktadır:
En kısa özetiyle, işçi sınıfının sosyalist hareketini, küçük burjuvazinin has bahçesinde yeşertmeye çalıştık. Bu olmadık toprakta bir türlü serpilemiyor, resimlerden bildiğimiz başka yerlerdeki devrimcilere de pek benzemiyorduk. Yüzümüzün çizgileri istenene uymayınca maske takmaya, omuzlarımız yeterince dik durmayınca vatka tıkıştırmaya başladık. Sonra 12 Mart bunların hepsini alıp götürdü. (…) Olayların dışında olanlar, olup bitenin sosyalizmden uzaklığının pek farkına varmadan “içeriyle” bir duygusal özdeşlik kurdukları için, dışta kaldılar. (…) Ve aslında deney aktarılamadı.”[17]
b.      Karakterler: 12 Mart dönemi romanlarının bir diğer özelliği ve bir diğer sorunlu yanı, başkarakterlerinin edilgen oluşudur.[18] Romanlar, devrimci gençlere yapılanlar üzerinden yürütüldüğü için devrimciler pasif ve edilgen kalmış, adeta mazlumlaştırılmıştır. Devrimci harekete, sokaklarda protestolara, çatışmalara katılmış olan kişilerin sadece çaresizliği yansıtılmıştır. Bu sorunlu bakış açısı, 12 Mart romanının gerçekçiliğine de gölge düşürmektedir. Zira işkencenin yanlışlığı tartışılmaz olmakla birlikte, romanlarda, devrimci hareket yokken, tutuklamalar ve işkence olgusu ortaya çıkmış gibi davranılmaktadır. Başarısızlığa uğramış devrim hareketi arka plandadır, ön plana çıkarılan ise egemen güçlerin keyfi davranışları, zorbalıkları ve yaptıkları zulümdür.[19]
c.       Biçim Sorunu: 12 Mart dönemi romanlarında rastlanan bir diğer ortak özellikse, gerçekçiliktir. Hapishanede olanların yaşadıklarını, bütün ayrıntıları ile verme çabasındaki yazarlar, içeriğin gerçekçilik boyutuna daha fazla önem vermiş ve biçimi göz ardı etmişlerdir. Anadolu romanı olarak adlandırılan 1950’leri anlatan romanlarda hâkim olan, öyküye şekil veren sanatsal anlatı formatı, 12 Mart romanında yerini gerçekçiliğe bırakmıştır.[20] Estetik kaygılar taşımadan yazılan bu eserler, o dönemde ilgiyle karşılansa da, günümüzde tarihsel değeri için okunan sosyolojik roman sınıfına katılmışlardır.[21]
Bu dönemin önemli romanları ise şunlardır; Adalet Ağaoğlu; Bir Düğün Gecesi, Sevgi Soysal; Şafak, Pınar Kür; Yarın Yarın, Füruzan; 47’liler, Çetin Altan; Bir Avuç Gökyüzü.
3.      12 MART DÖNEMİ TÜRK AYDINI: ‘BİR DÜĞÜN GECESİ’ VE ‘ŞAFAK’ ROMANLARI ÜZERİNDEN İNCELEME
27 Mayıs 1960 darbesi, Türkiye’de ekonomik, siyasal, toplumsal alanı etkilediği kadar, düşünsel alanda da büyük etki yaratmıştır. Darbe sonrası, devlet otoritesinde yaşanan yumuşama, Türk aydınına farklı düşünmenin kapılarını aralamıştır. Bunun aracı ise Yön dergisi olmuştur. Sürekli bir devrimci sürecin yaratılması çerçevesinde devletçiliği benimseyen Yön önderliğinde oluşturulan hareket, Türk sosyalist aydınının oluşumuna ve erken bir iktidar hırsı içine girmesine neden olmuştur.[22] Bu dönemde halk-aydın ikiliği aşılamamış, 1960 öncesi var olan “bürokrat aydının” yeri “sol aydın” tarafından doldurulmuş ve aydının, halktan kopuşu hızlanmıştır.[23] Hiçbir örgüt programı ve pratiği olmayan Yön hareketi, 1970’lerin başında iktidar olmak ile karşı karşıya kalmış, ancak yenilmiştir.[24] Bu yenilgi, dönem romanlarında da sıkça rastladığımız aydın bunalımının da esas sebeplerindendir. Bu yenilginin ardından, hareketi ve hareketin eksiklerini sorgulamaya başlayan “aydın” kişiler, aynı zamanda kendi kişisel eksiklerini de bu sorgulama sürecine eklemişlerdir. Bu izlenime sahip olmamızı sağlayanlar ise yine dönem romanlarıdır. Darbe sonrası, aydın bunalımına değinen romanlardan Bir Düğün Gecesi ve Şafak’ın konuları şöyledir: Sevgi Soysal’ın kaleme aldığı Şafak, bir gece süresinde, 3 ayrı mekanda geçmekte, yani Adana’da bir işçi evinde başlayıp, Emniyet Müdürlüğü’nün ardından, şafak vakti Adana sokaklarında sona ermektedir. Bir işçi evinin basılması ve evdekilerin gözaltına alınması gibi basit görünen bir başlangıca sahip olan kitap, evdeki farklı görüşlerdeki insanların, eski yaşantılarını sorgulamaları ve hatıraları aracılığıyla genişlemektedir. Kitapta işçi, İşçi Partili, bozkurtçu birçok karakter bulunmakla birlikte, bu bölümde adı geçecek karakterler, Oya ve Mustafa’dır. Oya, evli ve iki çocuk annesi, komünizmi övme suçundan Adana’da sürgüne gönderilen küçük burjuva bir yazardır.[25] Mustafa ise işçi bir ailede doğmuş, İstanbul’da üniversite okurken öğrenci hareketine katılmış, hareketin içinde olan Güler ile evlenip, Urfa’da öğretmen olmuştur.[26] Öğretmenliği süresince de harekete destek vermiş, bu sebeple tutuklanmıştır.
Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanı ise, hayal kırıklığına uğramış ve politikaya küsmüş devrimci küçük burjuva aydınının çıkmazına ve içine düştüğü bunalıma eğilen en önemli romanlardandır.[27] Bir düğünde toplanan, çok çeşitli kesimlerden insanları bir araya getiren (ordu mensupları, burjuvazi, devrimci üniversite öğrencileri, sosyalist öğretim üyesi ve sanatçı) romanın, aydın karakterleri Ömer ve Tezel’dir. Ömer, devrimci öğrencileri tarafından yeterince devrimci olmamakla suçlanmasının yanında, darbe sonrası gözaltına alınan ancak erken salıverilmesinin ardından kendi çevresince de dışlanan bilim adamıdır.  Tezel ise, öğrenciliğinde devrimci harekete katılmış, şimdi ise ünlü, solcu bir ressamdır. Ancak harekete ve hayata dair tüm inancını, devrimci gençlerin, sergisini basarak, devrimi yeterince iyi resmedemediğini söylemeleri ve Tezel’in suratına tokat atıp, tükürmeleri sonucu kaybetmiştir.
Bu iki romandan örnekler vererek, aydınların yaşadığı bu bunalımın sebeplerini sıralayacak olursak, ilk karşımıza çıkan; aydınların, hareketin pratikteki temeli olan işçi sınıfıyla yeterli birlikteliği sağlayamaması olur. Fikriyatta sağlanan birlikteliğe rağmen, aydınların işçi sınıfının dünyasına adaptasyon sorunu var olmuştur. Bu sorunun, en açık örneğine ise Şafak’ta rastlanmaktadır. Sosyalist harekete destek verdiği için hapse giren Öğretmen Mustafa’ya, koğuş arkadaşı Ahmet’in söylediği sözler bu sınıf farkının dillendirilmiş halidir:
Sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir, cümlesini benimsemek, güzel ve haklı bulmak, bunların gereklerini yerine getirmeye yetmez. (…) Örneğin siz öğretmenler, tipik küçük burjuvalarsınız. Bütün yaşantınız ve tavırlarınızla. Sen öğretmenliği, küçük burjuvalığı seçmişsin, ama bir yandan da geldiğin sınıfın ideolojisine sahip çıkmak istiyorsun. Olmaz, iki şey birden seçilmez.”[28]
Halkın, aydına olan bakışı da yine Şafak’ta, Oya’nın (yazar, darbe sonrası sürgüne gönderilmiş), polis memuru Abdullah’a memleketini sorması sonrası, Abdullah’ın düşüncelerinden anlaşılabilmektedir:
Şimdi şaşıran Abdullah. Aslında memleketinin sorulması çok doğal onun için. O da, tanıştığı herkese önce memleketini sorar. Dostluğun ilk adımı. Ama Oya’yla ne tanışmak, ne de dost olmak söz konusu. Oya gibilerin memleketi Abdullah’ı hiç ilgilendirmez. Bambaşka memleketleri vardır onların, memleketsiz insanlardır bunlar. (…)[29]
Aydınlar, eğitimli olmaları, halkla çoğu zaman birebir iletişimde olmamaları, iletişimde oldukları zaman sahip oldukları teknik ve entelektüel dil dolayısıyla, halk tarafından kabul görmemiştir. Ancak, aydının da halkı yeterince benimseyip-benimsemediği de göz önünde bulundurulmalıdır. Darbe sonrasında, halkın da kendisini desteklemediğini fark eden Türk “aydınının” yaşadığı bunalımın ilk sebebi budur.
Aydınlar, toplumun diğer kesimleri ile yaşadıkları problemlerin yanında, kendi gruplarının içinde de problemler yaşamışlardır. Darbe sonrası, gözaltına alınan, işkenceye maruz kalan aydınlar, kendisini kimin ele verdiği sorusuna takılmışlar ve çevrelerindeki herkesten şüphe duymaya başlamışlardır.[30] Örneğin, Bir Düğün Gecesi romanının başkarakterlerinden bilim adamı Ömer’in, darbe sonrası içeri alınıp bırakılmış olması ve üniversitesine geri dönmesi, arkadaş çevresi arasında dedikodulara yol açar. Bu dedikodulara, Ömer’in ispiyoncu olduğu, devletle işbirliği yaptığı da dâhildir.[31] Ömer ise böyle bir şey yapmamakla birlikte, yine profesör olan eşi Aysel’in bile, Ömer’e o gözle baktığından şüphelenmektedir. Görüldüğü üzere, Türk aydınının darbe sonrası yaşadığı bunalımın sebeplerinden biri de, kendisinin de dahil olduğu aydın topluluğuna karşı benimsemeye başladığı paranoyaya varan duygular ve fikirlerdir.
Aydınların, darbe sonrasında, inandıkları ideallerin, bir daha gerçekleşemeyeceğini anlamaları, yani hayat amaçlarını kaybetmeleri de yaşanan aydın bunalımının bir diğer sebebidir. İdeallerin kaybı, sosyalist devletin savunucusu olan aydının, düşünmeyen, gelecekten umutsuz ve artık toplum için çabalamayan bir insana dönüşümüne neden olur. Bir Düğün Gecesi’nin diğer bir başkarakteri olan Tezel’in, “İntihar etmeyeceksek, içelim bari” cümlesi dahi, olanları unutmaya çalışan, kaybetmiş aydının portresini çizmektedir.
SONUÇ
1960 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı içinde gelişen sol hareketi, bastırma görevini yerine getiren 12 Mart 1971 darbesi, gelişen solda kendine yer edinmiş, hareketi destekleyen aydınlarda da büyük bir değişim ve bunalım sürecine neden olmuştur. Zira 1960’ta aydın kesim-ordu birlikteliği, 71 darbesinde ordunun aydın kesimi de susturması şeklinde tezahür etmiştir. Aydınların, bu dönemde, halkla arasındaki bağların tamamen koptuğunu, kendi çevresindeki insanlara dahi güvenmez olduğunu, bağlandığı sosyalist idealin yenilmesinin ardından, hayat amacını kaybetmiş ve nihilist bir yaklaşıma sahip olduğunu görmekteyiz. Umudun kaybedilmesi, aynı zamanda siyasal kurumlara olan inancın kaybını da beraberinde getirmiştir. 12 Mart darbesinin olumsuz etkilerinin sadece Türk aydınında değil toplumun her kesiminde görüldüğü bu süreç,  12 Eylül 1980 darbesi ile perçinlenmiştir.


[1] Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi, 2004, s. 193’ten, Medet Turan, Türk Romanında 12 Mart, İstanbul: Dönence Yayınevi, 2009, s. 56
[2] Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 147
[3] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000, s.381
[4] Ahmad, a.g.e, s.156
[5] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993, s. 204
[6] Keyder, a.g.e, s. 206
[7] Görkem Doğan, “Türkiye’de Örgütlü Emek Hareketinin Tarihi Üzerine”, Doğan Çetinkaya (der.), Toplumsal Hareketler: Tarih, Teori ve Deneyim, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008,  s.306
[8] Ergun Aydınoğlu, “Türkiye’de Sosyalist solun Mak’us Talihi: Bir Yorumlama Denemesi”, Burak Ülman- İsmet Akça (Yay. Haz.), İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar: Prof. Dr. Kemali Saybaşılı’ya Armağan, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2006,  s.325
[9] Medet Turan, a.g.e, s.52
[10] Ergun Aydınoğlu, Türk Solu, 1960- 1971: Eleştirel Bir Tarih Denemesi, İstanbul: Belge Yayınları, 1992, s.38
[11] Aydınoğlu, a.g.e, s.42
[12]Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, 12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi, Ankara: İmge Yayınevi, 1997,  s.191
[13] Turan, a.g.e, s.57
[14] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3: Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya, İstanbul: İletişim Yayınları,1997, s.11
[15] Moran, a.g.e, s.14                  
[16] Turan, a.g.e, s.61
[17] Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1994, s. 125-128
[18] Moran, a.g.e, s.14
[19] Moran, a.g.e, s.15
[20] Moran, a.g.e, s.16
[21] Moran, a.g.e, s.17
[22] Yavuz G. Yıldız, “Türk Aydını ve İktidar Sorunu”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Sabahattin Şen (der.),  İstanbul: Bağlam Yayınları, s. 373
[23] A.g.e, s.373
[24] A.g.e, s.373
[25] Moran, a.g.e, s.25
[26] Moran, a.g.e, s.26
[27] Moran, a.g.e, s.34
[28] Sevgi Soysal, Şafak, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s.67
[29] Soysal, a.g.e, s.117
[30] Akser, a.g.e, s.83
[31] Naci, a.g.e, s.442