20 Şubat 2013 Çarşamba

Ne tatlı bir ölüm, Venedik'te Ölüm...!

Ara tatilimde okuduğum kitaplardan biri de Thomas Mann'ın Venedik'te Ölüm kitabı oldu. Kitap adeta Venedik'e güzelleme. Kitabı okuyunca, Ömer'le Venedik turumuzda yaşadıklarımız geldi aklıma. O günlerde zorla da olsa bir günlük tutmayı başarmıştık. Günlüğü buldum, çıkardım, unuttuğum anıları tazeledim. He bir de, Sözcükler dergisinde Nedim Gürsel'in kitapla ile ilgili yazısını okudum. Şimdiki amacım bunların hepsinden bir harman yapmak, çok da karman çorman olmadan aklımdakileri anlatmaya çalışmak...

Venedik'te Ölüm, Aschenbach adlı Alman yazarın, ömrünün son deminde aşkı bulmasını ve aşık olduğu gençten ayrılmaktansa ölümü göze almasını konu ediniyor. İlk sayfalarda Aschenbach'ı tanıyoruz, bir çok Alman gibi akılcı, çalışmayı seven ayrıca yalnız bir adam Aschenbach... Çok meşhur edebi yapıtlarının da ilham perisini beklemekten ziyade ısrarlı çalışmaları sonucu ortaya çıktığını görürüz:

"Başkalarının vakitlerini boşa harcadıkları, hayallere daldıkları ve büyük planları gerçekleştirmeyi tasasızca sonraya erteledikleri çağlarda olduğu gibi, kırk elli yaşlarında da güne erkenden, göğsüne ve sırtına soğuk su dökmekle başlıyor ve müsveddesinin başucundaki gümüş şamdanlarda bir çift uzun mum, uykusunda topladığı güçleri, heyecanlı bir özenle çalışarak iki üç sabah saatinde sanat sunağına sunuyordu"

Böylesine akılcı bir adam, nasıl oldu da bu kadar şiddetli bir aşka düştü? Hemde 15 yaşlarında Polonyalı Tadzio adlı bir gence. Ömrünün son deminde Tadzio, onun için ilahi aşkın tezahürü müydü, Tanrı'ya kavuşmanın bir yolu muydu? Yoksa yıllardır beklediği ilham mıydı? Tüm bu sorularla birlikte, Aschenbach, aklın, kalbin ve tabiki Venedik'in labirentlerinde kayboldu...

Neden Venedik? Neden ölüm Venedik'te geldi de başka bir yerde değil? Bu noktada Nedim Gürsel'in yazısından faydalanalarak,Thomas Mann'ın Venedik tasvirine bakalım:

"Sessiz saraylara vuran gizemli suyun sesini duyuyorum. Kentin alımlı ölümü varlığımı yeniden sarıp sarmalıyor." Nedim Gürsel'e göre Venedik'i anlatan en güzel deyimlerden biri bu... İşte Aschenbach'a da ölüm, Mann'ın aşık olduğu Venedik'te geldi.

 Venedik'e karadan girmenin, bir saraya arka kapıdan dalmakla eşdeğer olduğunu düşünüyor Aschenbach, şehre vaporetto ile denizden yaklaşırken... Bu fikri anlıyorum, şehri bütünüyle karşıdan görüp büyülenmek, San Marco'ya denizden bakabilmek, Venedik'e aşık olmak için gerekli. Biz ise en arka kapısından girdik, müştemilatından belki de. Santa Lucia garından. Ve şehre gardan girmek, bizim Venedik'teki en büyük şansımız oldu. Trende tanıştığımız bir İtalyan sayesinde, hayallerimin de ötesinde bir hostel bulduk. San Marco'ya oldukça yakın, bir kitap deposu!! Ana caddeye bakan sevimli bir kitapçının, deposunu illegal bir işletmeye çevirmesi sayesinde kalacak yerimiz oldu Venedik'te. Toz, küf, kitap kokusu karışımında 3 gece uyuduk. Bu güzel tecrübe Venedik'in aklımda bir başka yer edinmesini de sağladı. Notlarıma baktığımda şunu gördüm,

" Santa Lucia garını bulmamız gerektiğinin bilinciyle, hızlıca toparlandık. Ancak Venedik, bu sefer üzerimize kabus gibi çöktü. Sokaklarında 8 çizerek gara 2 saatte ulaştık."

Demek biz de labirente dahil olmuşuz, kaybolmuşuz. Neyse ki sadece Venedik'in labirentinde! ( Aschenbach gibi aklın ve kalbin de labirentlerinde kaybolmadık.) Ancak biz sonunda hedefimize ulaşmıştık, gardaydık, peki ya Aschenbach?

9 Şubat 2013 Cumartesi

Ayraçlar...


Bundan 11 yıl önceydi, daha 12 yaşındaydım. Yılın 2002 olduğunu tahmin ediyorum ve aylardan Kasım… Tüyap Kitap Fuarı’ndayım. Fuarda kitaplar alıyoruz ama bir yandan da deli gibi ayraç topluyorum. O yıllarda henüz yayınevleri ayraçlarını alamayacağımız yerlere saklamıyorlar, benim bile uzanıp alabileceğim yerlerde duruyor ayraçlar…  O gün, o fuarda bir sürü ayraç topladım ve yıllarca hepsini de sakladım. Zaten bir daha yayınevleri de öyle bol ayraç vermedi…
Geçen gün ayraçlarım tekrar elime geçti, aralarında bir eleme yaptım bu sefer. Attıklarım çok oldu. Ancak beni çok şaşırtan ayraçlarım da var… Metis Yayınları’nın ne tarz kitaplar yayınladığını bilmediğim o yıllarda aldığım bu üç ayraç. En çok sevdiklerimden ve kıyamadıklarımdan…

İlki Immanuel Wallerstein’in Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitabının kartpostal tadındaki ayracı. Siyaset Bilimi okumaya başlayınca tanıdım Wallerstein’ı ve ilk bu ayracın kitabını edindim, sanıyorum ikinci sınıftaydım. İkinci kitap; Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler kitabı. Bu kitabı edinmem ise şöyle oldu: İlk defa geçen sene kitap fuarında çalışma fırsatı bulmuştum. Aralarda standları dolaşırken Metis Yayınları’ndan muhabbet ettiğim arkadaş, Mülksüzler’e bakarken Le Guin’i tanımak istiyorsam, denemeleri ve çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan yazılarının derlendiği Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabını önerdi, önerisi çok mantıklıydı, aldım.  Bu çok kârlı bir alışveriş oldu çünkü Le Guin’in hayal gücünü Mülksüzler’de, dünya görüşünü ise Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’da tanıdım. Le Guin okumaya Karanlığın Sol Eli ile devam ettim ki o kitabı da gerçekten çok sevdim. Yani bence ben ikinci ayracın hakkını da verdim. Şimdi sıra 3. ayraçta: Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları kitabında. Bu ayraçları edindiğimde, itiraf etmeliyim ki, en sevdiğim bu kitabınki olmuştu. Ancak en sona da o kaldı. Hala kitabı da alamadım. Ama inanıyorum ki bir gün o da olacak. Çünkü bu anlattıklarım tesadüfler değil benim için, hayat, sevdiğim şeyleri, ben yolumu çizmeye devam ettikçe, önüme getirmeye devam ediyor. Bunları yaşayıp, üzerine düşündükçe kendimi doğru yolda hissetmenin yanı sıra, yolumun tutarlı, anlamlı ve amaca sahip olduğunu da görüyorum… Bence mutluluk, böyle bir şey zaten.