7 Ocak 2012 Cumartesi

Puslu Kıtalar Atlası


  
 Maalesef ki "bestseller" diye tabir edilen çok satanlar köşesindeki kitaplara karşı bir soğukluk var içimde. Sanki bir yarış varmış kitaplar arasında da, ipi bestseller’lar göğüslemiş. Diğerleri öksüz kalmış gibi boyun bükmüş, tozlanmışlar köşelerinde. Dolayısıyla ben de çok satanlar köşesine baksam dahi, oradan kitap almamaya çalışırım. Ancak bu sefer başaramadım. Daha doğrusu, arkadaşımdan ödünç aldığım kitap bu aralar çok moda olmasına rağmen, ben de okudum. Evet, şu an suçluluk duyuyorum, hem kendi kurallarıma hem de kitaplarıma ihanet etmişim gibi hissediyorum.
   Anlatacağım kitap, yani Puslu Kıtalar Atlası, çok revaçta olmasına karşın benim okumakta çok geç kaldığım bir kitap. İlk baskısını 1995'te yapmış ve yıllar içinde 43. baskısına ulaşmış. Ben de bu son baskısını okudum. Kitap yıllar içinde popülerliğini artırmış ve şu anda kitabın da, kitabın yazarının da büyük bir hayran kitlesi var. Yazarı, İhsan Oktay Anar. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesi. Dolayısıyla kitabın içinde gördüğümüz felsefi öğeler yazarın uzmanlık alanını bildikten sonra fazlasıyla anlam kazanıyor. Ancak bunun yanında kitaptaki tarihi öğeler ve kitabın başarılı dili yazarın tarihe ve edebiyata da gönül verdiğinin kanıtı. Bunun bir diğer kanıtı da yazarın hayat hikayesinde gizli: İhsan Bey öylesine bir kitap severmiş ki, kitap okumak adına lisede okuldan şehir kütüphanesine kaçarmış ve sonunda devamsızlıkları yüzünden okuldan atılmış. Ardından akşam lisesine devam etmiş ve ÖSS’yi kazandığında daha çok okuma alanı ve zamanı sağlayacağı için felsefe bölümünü tercih etmiş.
Kitap hakkında yazmadan önce bir çok yoruma baktım ve söylemeliyim ki; hepsi de çok iyi yorumlardı. Ancak ben kitabı her ne kadar bir gecede bitirsem de, bu muhteşemliği yakalayamadım başkaları gibi. Herkesten farklı düşünmek bu noktada can sıkıcı. İnsan kendini sorguluyor ister istemez, bende mi bir sorun var diye?Belki de,  bilemiyorum. Evet ben de beğendim kitabı ancak, ben kitabı okurken aklıma hep Binbirgece Masalları geldi. Kitaptaki olağanüstülükler, anlatıdaki o masalsı ve büyülü dil bana Binbirgece Masallarını anımsattı. Belki bu benzerliği yakalamamın sebebi, ikisinin de doğunun o mistik havasını yansıtmasıdır. Bu konuda daha derin bir şeyler söyleyebilmek ancak birkaç yıl önce okuduğum Binbirgece Seçkisini ve Puslu Kıtalar Atlası’nı tekrarlarsam mümkün olabilir…
Kitabın masalsılığı bende öykünme hissi uyandırsa dahi; kitabın çok yönlülüğü açısından takdir etmemek imkansız. Puslu Kıtalar Atlası bünyesinde edebiyat,tarih, coğrafya ve felsefeyi bir araya getiriyor. Kitap sizi apayrı bir dünyaya götürürken, o dünyaya felsefe ile tutunmanızı sağlıyor. Nasıl mı ? Uzun İhsan Efendi (kitabın ana karakteri) düşünen bir adamı düşünür.Ardından gelen düşünceler silsilesi ise şöyledir: Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor...O gerçek ,ben ise bir düş oluyorum. Rendekâr’ın ( hani şu bildiğimiz René Descartes) “düşünüyorum öyleyse varım” sözü böylece “düşlüyorum öyleyse varım” formunu alır. Tam bu noktada okurken ve bir yandan o dünyayı düşlerken biz de hikayeye dahil oluruz. Başka bir gerçeklikte buluruz kendimizi, başka bir formla, kimse bizi görmez iken Uzun İhsan Efendi ile İstanbul’un en belalı sokaklarında dolaşırız, onun kör olmasına rağmen her şeyi görmesini sağlayan,etrafındakileri ona fısıldayan bizizdir belki de. Bünyamin’e mezardan nasıl çıkacağını anlatan ses oluruz bir ara. Yazarın anlatımındaki tüm çaba bunun içindir belki de, okuru apayrı bir dünyada yeniden var etmek, ya da okurun kendini var etmesini sağlamak…
Kitabın konusuna çok değinemediğimin farkındayım. Bunu pek becerebileceğimi de sanmıyorum. Bunun yerine kitabın Fransızca baskısının arka kapak yazısını yayınlamak ile yetiniyorum :  17. yüzyılda Konstantiniye’de yaşayan, düş gücü zengin bir ihtiyar, kendini kuşatan dünyayı düşler. Kendi iç dünyasına doğru yolculuklara çıkan bu haritacı, düşlerinde gerçekliği arar ve düşlerinden devşirdiklerini Puslu Kıtalar Atlası adlı bir kitaba döker ve kitabını, savaşa gitmek üzere olan oğluna emanet eder. İhtiyarın oğlu, tuhaf bir siyah sikke bulduktan sonra inanılmaz bir serüvene sürüklenecek ve sonunda Puslu Kıtalar Atlası’nı okumaya başladığında, başından geçenlerin tümünün bu kitapta anlatılmış olduğunu görecektir…”
Velhasıl-ı kelam sizi mutlu edecek bir kitaptır Puslu Kıtalar Atlası. Ben de onunla güzel zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. Ancak okuduğum bir çok iyi yoruma karşın, herkesin dediği gibi bir baş yapıt diyemiyorum. Bunun nedenini yeterince iyi anlatamamış olabilirim, hatta kendim bile bunun nedenini yeterince bilemiyor olabilirim. Bitirirken tek diyebileceğim Allah’tan ki zevkler ve renkler tartışılmıyor.
                                                                      

        Bir sonraki kitapta anlatmak ve okunmak üzere…