18 Haziran 2012 Pazartesi

TUR GÜNLÜKLERİ 5: PRAG






Prag Baharı’na çok geç kalmıştık, yıllar yıllar geçmişti üstünden ama yazına yetiştik. Yeni bir güne başladık kentle umarsızca.  O eski kokan, hiç değişmemiş sokaklarında yürüdük, her köşe başından tarih sızıyordu usulca. Kafka’nın peşi sıra yürüyordum caddelerde. Adımlarını sayıyordum, adımlarını izliyordum, gölgesine saklanıyordum. Her döndüğümüz sokakta benzer güzel evler, benzer taşlı caddeler, bitmeyen bir labirent gibiydi Prag. Kafka’nın izini kaybedip şehrin göbeğine düştüm birden. Prag’ın eski zamanlarından sıyrılıp Mc Donalds’a, New Yorker’a erdim… Sevmedim o kapitalizm kokan caddeleri. Başladım tekrar Kafka’yı aramaya. Ayaklarım beni Charles Köprüsü’ne kadar getirdi. Uzaklara bakmak Kafka’yı bulmak için kuleye tırmandım… Yol bitmedi, ayaklarım ağrıdı. Dönüyordu merdivenler, dönüyordu başım.. Sonuna erememiştim bir türlü merdivenin, Şato’nun bitmeyen yollarında gibydim. Işığı gördüm ama sonunda vardım tepeye. Tüm Prag ayaklarımın altındaydı Vltava Nehri akıyordu gürül gürül. Yoksa Yargı’daki gibi intihar mı etmişti Kafka’da babasından dolayı? Bu cevapsız sorular aklımı kurcalıyordu, bir cevap arıyordum kulede dönenip dururken. Uzaklarda bir duvarda Kafka yazısını gördüm sonra, sanki ilahi bir işaretti bu, ya da bir davetti. Kafka bana mesaj göndermişti belki de. Öğlen sıcağının altında Charles köprüsünü geçtim, insanlar kalabalık yapıyorlardı, elele tutuşuyorlardı. Yolumu kesiyorlardı. Gitmemi engelliyorlardı sanki, kimseyi bulamayacağımı söyleyip duruyorlardı. İnatla kalabalığı yararak yürüdüm. Köprüyü aştım, nehir kıyısına doğru olan evlere yürüdüm. Pembe tek katlı ufak bir bina gördüm. Yine bir yazı var duvarda: Kafka. Burası olmalı, burada olmalı dedim içimden. Korku dolu adımlarla girdim içeri. Giriş katı boştu ve karanlıktı. Üst kata doğru ilerledim. Duvarda bir yansıtma ; Prag sokaklarının eski hali. Bu kesin Kafka’nın işi. Bana eski zamanları gösteriyor. Resimler hızlı akıyor, resimler kayıyor, dağılıyor, gözlerimden dökülüyor. Anlayabildiğin kadarıyla diye sesleniyor Kafka odanın diğer karanlık köşesinden. Kırmızı ışıklandırmalı merdivenler yapmış evine sanki cehenneme iner gibi iniyorum odanın başka bir ucundan aşağı… Merdivenin karşısına da bir ayna koymuş, cehennem çukuruna bir adım uzaktasın der gibi.  Sonra girdiğim odada bir ahize var. Kaldırıyorum ahizeyi, Çekçe konuşuyor benimle. Anlamıyorum diyorum, anlamıyorum… Etrafıma bir bakıyorum ki, oda dosyalardan oluşuyor, tavana kadar dolaplar, herkesin kaydı tutulmuş. Adımı arıyorum dosyalarda, K. ile olan yakın ilişkimden dolayı bende fişlendim mi diye… Koridorlar boyunca dolaplar aşıyorum, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Sonunda bir açıklığa varıyorum; bir alet var ortada. Suçlarımı sırtıma kazıyacak alet, Cezalılar Kolonisine çıkmışım meğer, dolaplardan kaçmaya çalışırken… Beni alete bağlamaya çalışırlarken, kaçmayı başarıyorum. Karanlıklardan gün ışığına vardığımda bitkinim. Kafka’yı buldum, ama bulduğumda kaçmaya başladığım düşünceler yüzünden kaybettim. Elimde korkularımdan başka bir şey yok. Ve de güneş.. Kaçmam gereken ama kaçamayacağım 2 şey… Sığınabileceğim bir yer umuduyla tırmanıyorum, Prag Kalesi’ne varıyorum. Kalenin soğuğuna sığınmak isteği içimde. Kapıları kapalı sıkı sıkı. Ama orada bir manzara var ki… Bütün Prag tekrar ayaklarımın altında. Gözlerim tekrar Kafka’yı arıyor… Orada işte, o da kaleden aşağı iniyor Bay K. kimliği ile. O an anlıyorum ki, Prag Kafka’sız, Kafka Prag’sız olamazdı, tıpkı benim Kafka’sız olamayacağım gibi.   

15 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 4: BERLİN


Şu anda trendeyim. Almanya’nın cennet bahçelerinin içinden geçerek Prag’a yol alıyoruz. Parlak güneş, canlı yemyeşil ormanlar, göller ve tüm şirinliği ile Alman evleri… Ormanlar o kadar sık ve ulu ki bazen gökyüzü bile görünmüyor, trendeki ufak penceremden. Ve işte Almanya maceramız da bitti. Elde ne kaldı Berlin’e dair hüzünden başka? 
Berlin için ayrı ayrı günler şeklinde günlükler tutamadım. Onun için tek bir yazı yazma niyetindeyim. Berlin’e varışımızdan başlamak istiyorum. Amsterdam’dan kalkan ve Berlin’e giden trenimiz şimdiye kadar bindiğim en eski trendi – Türkiye’de bindiğim trenler de dahil, hani Edirne’ye 7 saatte giden trenler-. Biz o trenle tam 9 saat yolculuk yaptık, doğru düzgün rahat oturamadan, uyuyamadan. Sabah 6 da hostele varıp, hostelde masalar ve sandalyelerde biraz uyukladık. Sonra da valizleri hostele bırakıp dolaşmaya çıktık. İlk gün ben biraz hasta ve yorgundum. Otelimiz Checkpoint Charlie'ye çok yakın. Büyük levhalarda iki tarafın askerlerini gördüğünüz anda anlıyorsunuz geldiğinizi. Check Point Charlie’nin önünde asker kılığına girmiş 2 kişi bekliyor, para karşılığı fotoğraf çekimi için, ellerinde Amerikan bayrakları ile… Şova dönüştürmüşler işi, isterseniz o dönemin askerlerinin kıyafetlerinden bile giyebiliyorsunuz. Checkpoint Charlie öylesine anlamını kaybetmiş ve kapitalizme teslim olmuş ki, görseniz içiniz acır. Orayı aşıp, müzeler meydanına yürüdük. Ancak sadece bir müze gezebildik: Alman Tarihi Müzesi. Almanlar, erken dönemlerden başlayıp 1918’e uzanan tarihlerini güzel anlatmışlar. Çok dolu dolu, etkileyici bir müze değildi ama güzeldi.
İkinci gün Berlin Dom Katedrali’ne, Bergama Müzesi’ne, Parisien Meydanı’na gittik. Nereden başlasam bilmiyorum. Hani hep deriz ya Türkiye gelişmekte olan bir ülke, İstanbul’da devingen, karmaşık ama düzelmeye çalışan bir şehir diye. Berlin’de öyle, şehre bir karmaşa hakim. Devamlı her yerinde yol çalışmaları, insan kalabalığı… Bunun yanında Berlin’in bir tarihi yok. Olanlar acı dolu, utanç verici olduğu için belki, ikinci dünya savaşı dönemine dair uzun resimli bir duvardan başka bir şey bulamıyorsunuz. Eski duvarın olduğu yer çok ufak bir alan, o dönem çekilen acılara dair hazırlanmış resimli panolardan, bir gözetleme kulesi ve bir mezarlıktan ibaret. Duvarın olduğu yerde uzun paslı borular, duvarı temsil ediyor. Gördüğünüz tarih değil, başarısız bir temsilden ibaret. Bergama Müzesi’ne gelecek olursak, adı üstünde Bergama Müzesi. Türkiye’den böylesine büyüklükte ve güzellikteki eserleri nasıl götürdülerse ve  Türkiye’de buna nasıl izin verdiyse en içten tebriklerimi sunmak istiyorum. Tapınakları, Babil’lerin, Asur’ların eserlerini o kadar muntazam sergiliyorlar ki… İznik’ten çiniler, Osmanlı dönemi dokuma halılar… Granada Elhamra’dan alınan kubbeler… Görseniz kızarsanız bizim gibi, ağlayasınız gelir… Dediğim gibi, kendi tarihlerini hasır altı etmişler de başkalarınınkini sergiliyorlar.
Bizim için Berlin’in tek iyi yanı, ucuz olmasıydı. Amsterdam’da 16 kişilik odaya geceliği 30 euroya yakın para verirken, Berlin’de 10 kişilik odaya 5.90 euro vermemiz inanılmazdı. Sonrasında öğrendik ki meğer hostel yeni kurulmuş daha ve Türklere aitmiş. İnanılmaz temiz ve güzel olan bu işletmeyi takdir etmemek ve Ümit Abi’nin neşe dolu yüzünü bir kez daha anmamak olmazdı. Hepsi bu kadar sanırım. Elde hüzünden başka bir şey yok Berlin’e dair. Tüm umutlarımızı Prag’a bağladık…



13 Haziran 2012 Çarşamba

TUR GÜNLÜKLERİ 3: AMSTERDAM


08.06.12
Amsterdam yolculuğumuz için sabah 9'da kalktık. Valizleri kapattık, kahvaltı ettik, yolluk hazırladık ve 11’de çıktık. İşin zor kısmı valizleri trene götürmekti. Benim valizim yaklaşık 25 kiloydu, ben artık ona alışmıştım. Tuğba’nın valizi de 15 kilo vardı ve babasına aldığı şaraplar ile belki daha da fazla. İşin kötüsü tekerleklerden biri de çalışmıyordu. Götürmek istediğin yere gitmesi için büyük efor vermek lazımdı. Bir şekilde trene ulaştık ve 12.25 Brüksel trenimize bindik. 13.45’te Brüksel'deydik. Amsterdam’a direkt giden trenlere bilet bulamadığımız için Brüksel’de aktarma yaparak daha yavaş ve konforsuz bir trene bindik. Valizleri koyabileceğimiz bir yer yoktu. Koridorda da bırakamazdık çalınma ihtimali vardı, devamlı anons geçiliyordu. Biz de iki koltuk arasına sıkıştırdık valizleri Tuğba’yı da oturttuk o koltuklara yolculuk başladı. İlk bir saatlik konforlu yolculuğun ardından 3 saatlik konforsuz yolculuk bizi biraz yordu. Tuğba’nın ayaklarını sarkıtamamaktan dolayı bacakları tutuldu ve biraz da midesi bulandı. Ama ilk tren yolculuğu olduğu için bence bu çok az bir reaksiyon. Amsterdam’a böylece vardık ilk iş hostelimizi bulabilmek adına Turist Ofisi’nden harita istemek oldu. Ancak haritalar 2.5 euroydu. Almadık, bir yere oturduk ve nasıl gidebileceğimizi düşünürken bilet bayiinde çalışan, yol tarifinde yardımcı olan bir Türk çocuğa rastladık. Hollanda doğumlu bu çocuk, bize hem bedava bilet verdi –ki bir bilet 2.60 euro, dolayısıyla bize bilet vermesi çok ince bir davranıştı- hem de nasıl gidebileceğimizi tarif etti. Bedava biletlerimizle metroya bindik. Metrodan inince hostelimiz 100 metre uzaklıktaydı. Shelter City Hostel isimli hostelimiz Hristiyan hosteli , dolayısıyla kız erkek karışık odalar yok. Güvenli, giriş kartını göstermeden hostele giremiyorsun. Biz 16 kişilik bir odada kalıyoruz.  Odamız çok kalabalık ve biraz sıkışık ama çok da sıkıntı değil, herhangi bir yerde uyunabilir, çünkü bu interrail. İlk geldiğimizde hemen ailelerimizi arayıp haber vermeye çalıştık vardığımız ancak internetimiz çalışmadı, resepsiyondaki adama bir problemimiz var diye gittiğimizde ise hep problem olur diyerek bizi hiç sallamadı. Sonra bu işin olmayacağını anlayarak bilgisayarı da alıp Mc Donalds aramaya koyulduk, oranın internetini kullanmak için. Mc Donalds bulduk interneti yoktu, tek şansımız Mc Donalds’ın karşısındaki Güllüoğlu Amsterdam kalmıştı. Oraya girdik, bir yandan baklava yeyip, demleme çay içerken- ki bu 4 aydan sonra çok büyük bir lüks- bir yandan da internete bağlanıp, bölük pörçükte olsa ailelerimizle konuştuk. Sonra yanımıza oturan Türk Hanım ve eşi ile tanıştık. sohbet ettik. Evlilik yıl dönümlerini kutlamak adına dışarı çıkmışlar, arkadaşları ile buluşacaklarmış ama telefonun şarjı bitip kapanınca bir türlü haberleşip buluşamamışlar. Bilgisayarımızdan telefonunu şarj eden adını bilmediğimiz hanım, daha sonra kocasını gönderip bize bugünkü Hollanda maçı için formalar aldı. İkimizin de birer tane Hollanda forması vardı artık. Onun sevinci ile odamıza döndük. Kahve yaptık kendimize, kahvelerimizi bahçede yudumlarken bir de güzel şarkı açtık bilgisayardan… Sonra birden bir ekran açıldı bilgisayarda ortak ağa bağlan diye. İnternetimiz kendiliğinden olmuş, bağlanmıştı işte…İyi başlayan, sonra tersine dönen şanssızlaşan, sonra tekrar iyileşen bir gün oldu bugün..Ama çok da güzel oldu…

09.06.12
Amsterdam’daki ilk gezi günümüzde hava çok soğuk ve yağmurluydu. Sabah hostelde kahvaltımızı edip, öğlen yemeğimizi hazırlayıp çıktık. İlk hedef Madam Tussaud Müzesi’ydi.  Müze girişinde aman aman bir sıra yoktu, 10 dakikada içerdeydik. Girişte verdiğimiz 20 euro biraz canımızı sıksa da eğleneceğimizi biliyorduk. Bileti alınca Obama ile resmimizi çektiler. Sonra ilk heykelleri gördük, Lenin, Churchill vs. devamında kraliçeler ve Lady Diana. Akabinde ünlüler salonu: George Clooney, Robbie Williams, Robert Pattinson, Johnny Deep, Brad Pitt& Angelina Jolie, Jennifer Lopez, Lady Gaga. Hepsiyle bolca fotoğraf çektikten sonra devam ettik. James Bond serisinin 3 adamı: Sean Connery, Pierce Brosnan ve Daniel Craig. Onlarla smokinli, ardından Michael Jackson’la şapkalı fotoğraf çekildik, Mona Lisa’nın tablosunun içine girdik, Dali’nin bıyıklarını okşadık. Ama sonra bitti, müze sandığımız, umduğumuz kadar büyük değilmiş.. Madam Tussaud’dan çıktık ne yapsak diye sokaklarda dolanıyorduk ki, gündüz gözüyle Red Light’a gitmeye karar verdik. Red light o saatlerde boştu, içinden geçtik. Hala yapacak bir şey yoktu, bize övdükleri, yere göğe sığdıramadıkları Amsterdam, bu kadar olamazdı. Daha gün uzundu ve birşeyler yapmamız gerekiyordu, biz de Heineken deneyimini yaşamak istedik ve bira fabrikası gezisine çıktık. Günümüzün en keyifli kısmı oydu. Arpanın öğütülmesinden başlayıp, içilen biraya giden yoldaki tüm dönüşümlerini öğrendik. Artık hava iyice soğumuştu hostelimize geri döndük. Hava kararana kadar hostelimizin bahçesinde oturduk, çalışanlarla muhabbet ettik. Gece Red Light’ı görmek için tekrar çıktık. Kadın satmayı şova dönüştüren Hollanda’yı kutlamak lazım. Dapdaracık sokaklarda bedenini önce sergilemek sonra satmak zorunda kalan kadınlara ağzı sulanarak bakan erkekler gördük. Ot içenler, etrafta yürüyen diğer kadınlara da sarkıntılık yapanları da gördük. Bütün kadınları potansiyel seks malzemesi olarak gören andavalların hepsi oraya toplanmıştı. O sokaktan ve kalabalıktan olabildiğince hızlı uzaklaştık ve ertesi gün zinde kalkabilmek adına hostele geri döndük...

10.06.12
Bugün bir balıkçı kasabası olan, Amsterdam’a otobüsle yarım saat uzaklıktaki Volendam’a gittik. Volendam, Amsterdam’ın kalabalığının ve gürültüsünün ardından sakin, şirin, çok güzel evlerin olduğu bir kasabacık. Deniz kıyısında balık satılan ufak dükkancıklar var ve Hollanda’nın balıklarını deneyebiliyorsunuz. Balıkları denedik, biz biraz ucuzundan aldığımız için süper taze değildi ama idare ederdi. Deniz kenarında kuşları da besleyerek yedik yemeğimizi, açıklarda yelkenliler dolanıyordu. Ayrıca yine şanslıydık ki; yöresel kıyafetlerle gezen 10 kadar teyzeye rastladık ve onlarla resim çekildik. Göreceğimizi gördükten sonra, hiç istemesek de Amsterdam’a karmaşaya, sokaklardaki ot kokusuna geri döndük.  Gitmemiz gereken 2 hedef kalmıştı : 
1. I Amsterdam
2. Hard Rock Cafe
I Amsterdam’a doğru yürüyüşe geçtik ama  biraz yolları karıştırdığımız için, Museumplein’i aştık ve Vondelpark’ın oraya geldik. Vondelpark’tan geri döndük, I Amsterdam’ı bulduk.. Herkes gibi biz de resim çekilerek bir klişeyi yerine getirdik. Sonra Hard Rock Kafe’yi bulduk inanılmaz kalabalıktı, bakındık ve çıktık. Bugün de yapmamız gerekenleri yapmış olmanın huzuru ile hostele döndük. Kendimize marketten kocaman bir paket tiramisu aldık ve mideye indirdik, Yalan Dünya’nın son bölümü eşliğinde. Bizim de güne güzellik anlayışımız bu ne de olsa…

11.06.12
Bugün yolculuk günü!  Akşam 7’de Berlin’e doğru yola çıkılacak, çok yorulmamalıyız. Çünkü yolculuğun nasıl şartlar altında olacağını bilmiyoruz. Sabahtan hostelden check- out işlemlerimizi yapıp valizlerimizi valiz odasına bıraktıktan sonra bahçe keyfi yapıyoruz, bahçedeki havuzun şırıltısı eşliğinde Berlin’de neler yapılabilir onları konuşuyoruz. Sonra çiçek pazarına yol alıyoruz, lale soğanları, evinde yetiştirebileceğin uyuşturucular vb. bir çok bitkinin kök hali. Sonra açlığa yenik düşüp Mc Donalds’ta yemek yiyoruz. En pahalı Mc Donalds’lardan biri de Amsterdam’daki. İstediğiniz sos başına 50 cent alıyorlar. İçindeki tuvalet dahi paralı. Yemeğimizi yedikten sonra hala hostele dönmek için iki saatimiz var ve Amsterdam’daki son iki saatimizi güzel değerlendirmek adına kanal turu yapıyoruz. Her ne kadar ben bir kısmında uyusam da yine de vaktimizi kötü değerlendirmemiş oluyoruz, son son Amsterdam’ın aşağı yukarı her yerini tekrar görmüş oluyoruz. Sonra hostele dönüş, bir kahve molası… Ailelerle haberleşme faslı..Ve yola çıkış… En uzun yolculuğumuz olacak Berlin yolculuğu, tam 9 saat…



8 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 2: PARİS, MA ROSE





05.06.12 - Birinci Gün
İlk yazdıklarımı yoldan yazmıştım şimdi ise otelden yazıyorum. Her şey zor olacakmış gibi görünürken işler bir anda tıkır tıkır çözülmeye başlar ya... İşte bugün bunu yaşadım. Paris’e Gare de l’est’e indikten sonra oteli aramaya koyuldum. Otel gara 3 dakika mesafedeydi. Valizi bırakıp çıktım ve Tuğba’yı Orlyval’den ineceği yere almaya gittim. Ben gittikten 10 dakika sonra o geldi. Bir an sanki ben Türkiye’ye dönmüşüm gibi hissettim, karşımda tanıdığım, bildiğim,sevdiğim o yüzü görünce. Trenimize bindik ve otelimize geri döndük, yerleştik. Çift kişilik yatağımız, duşumuz,tuvaletimiz, banyomuz ve sesi çok geçiren duvarlarımızla şartları çok da fena olmayan bir odaya, Tuğba’nın deyimi ile 'eve' sahiptik. Öte yandan duvarla o kadari inceydi ki, bütün kat tek odada yaşıyor gibiyiz aslında. Buraya kadar herşey çok yolunda ve kolay gidince ve enerjimiz bir türlü tükenmeyince, tüketme kararı aldık.  Bugün için yorgun olma ihtimalimizi göz önünde bulundurarak bir plan yapmamıştık, bir anda gelişti plan ve belki de bizim için en yorucu gün ilk gün oldu. Operaya kadar metro ile gittik . Metrodan indiğimizde koskoca opera karşımızdaydı. İçine giremesek de çevresini tavaf ettik. Opera binasının bulunduğu bölge tarihi eserlerin çok yoğunlaştığı bir bölge. Galeries La Fayette’in etrafında yürüdük. Biraz daha yukarı çıkıp Gare St. Lazare’ı da gördük. Oradan dik aşağı inip Madeleine Katedrali’ne vardık. İçine girdik, önünde resim çekildik.   Oradan da düz devam ederek Place De La Concorde’a vardık. Açlık hissi biraz hissedilmeye başlanmıştı ama çok da rahatsızlık verici değildi. Biraz daha yürüyüp Eiffel Kulesi’nin oradan yiyecek almaya karar verdik. Ama yanlış bir kararmış. Place De La Concorde’u aşıp Pont De La Concorde köprüsünü geçtikten sonra Mc Donalds vs. benzeri daha uygun yemek yenebilecek yerler azalıyor. Marketler nadirleşiyor. Hani hep denir ya “Allah kimseyi açlıkla sınamasın” diye ne kadar doğru bir söz olduğunu insan ancak aç kalınca anlıyor. Ben artık inanıyorum ki insan aç kalınca herşeyi yapabilir. Freud’un 3 temel içgüdü dediği; açlık, cinsellik ve şiddet. Birinin eksikliğinde öbürleri de tetikleniyor. İnsan aç kalınca daha sinirli oluyor örneğin, her hangi bir şeye parlayabilecek duruma geliyor. Biz açlık ve şiddet arasında gidip gelirken sonunda bir market bulduk ve soğuk da olsa sandviçlerimize kavuştuk. Güzeldi sandviçlerimizi Eiffel’e karşı yemek, her ne kadar Tuğba’da ben de Eiffel delisi olmasak bile. Sonra yağmur yağmaya başladı ve biz de bir tiyatro girişine sığındık. Enerjimiz artık bitiyor gibiydi ama bir yandan da Tuğba Eiffel’de gece çekimi yapmak istiyordu. Işıkları yandığında, bekledik ve başardık. İstediğimiz bütün resimleri çektik. Geri döndüğümüzde o kadar yorulmuştum ki hemen uyuyakaldım…


06.06.12 - İkinci Gün
Bu sabah bir türlü kaldırmadık kendimizi yataktan. İnsaflı davranıp 9’a kurduğumuz alarmı iptal edip, 10 buçukta kaldırabildik kendimizi. Kahvaltımızı edip, öğlenlik sandviçlerimizi hazırladıktan sonra yola koyulduk. İlk hedef Louvre Müzesi idi. Yola çıkmadan önce metroda Tuğba’ya frambuazlı makaron aldık. Benim makaron aşığı küçüğüm o makaron’u Louvre’un bahçesinde yiyeceğim diyerek yol boyunca sadece kokladı. Bahçeye vardığımızda ilk işimiz onu yemek ve resimlemek oldu. İkimiz de daha önce sadece bahçesine kadar girebilmiştik Louvre’un, müzeyi gezmek kısmet olmamıştı. Müzedeki en ilgi çekici eser olan  Mona Lisa; bizim özel ilgi alanımıza girmiyordu, biz Antik Mısır Bölümü’nü görmek için yanıp tutuşuyorduk. Büyük Piramit’in önünde tonla fotoğraf çekildikten sonra -Tuğba sayesinde- o piramidin içine girdik. Girişte şanslıydım ki Lorraine Üniversitesinin kartı ile bedavaya girdim. Ama Tuğba o kadar şanslı değildi 10 euro ödedi. Ancak haritamız olmasına rağmen müzenin içinde yolumuzu bulmakta zorlandık. “Şimdi şu salondayız, burdan buraya gitmemiz gerek” diye saniye saniye takip ettik. Başta Yunan eserlerinden bir kısmını -en meşhurlarını- gördük. Mars& Venüs heykeli, adını bilmediğim ama sıkça karşımıza çıkan kolları olmayan kadın heykeli… O arada bir yandan da bütün enerjimizi yolumuzu bulmaya, kalabalıktan sıyrılmaya verdiğimiz için çok da dikkatli inceleyemedik. Ama Mısır bölümüne geldiğimizde dikkatsizlik yerini aşırı bir dikkate bıraktı. İtiraf etmeliyim ki; daha çok lahit ve mumya bekliyordum. Ancak orada daha çok Mısırlıların günlük eşyalarını ve yaşayış tarzlarını gösteren eşyalar sergileniyordu. En ilginç kısım mumyalanmış kediler, köpekler ve timsahtı. Sonrasında meşhur Mona Lisa Hanım’ı görmeye, İtalyan tablolarının olduğu kısma gittik. İnanılmaz bir kalabalık ve Mona Lisa ile resim çektirmeye çalışan tonla insan vardı. Onlar gibi biz de yer kapmaca oynadık, kazandık ve resimlerimizi çektirdik. Saat 4’e gelmişti, acıkmıştık, sandviçlerimiz yemek için dışarı çıktık.  Louvre’un bahçesinde piramitlerin arasında sandviçlerimizi yedik ve keyif yaptık. Sonra da görmek istediklerimizi görüümüze karar verip, müzeye tekrar girmedik ve Champs-Ellysees’e doğru yola çıktık. Çok da uzun olmayan bir yürüyüşten sonra o meşhur caddeye vardık. Cadde de salına salına yürüdük. İnsanları, arabaları izledik. Büyük, ışıklı mağazalar arasında yürümeye devam ederken insanların makaron almak için yarıştıkları Laduree’yi gördük. Bu işin en meşhuru olduğu o kadar belliydi ki, insanlar o küçücük mağazanın içinde minicik ama çeşit çeşit renkteki makaronlara inanılmaz paralar döküyorlardı. 
Orada olay yeri incelemesi yaptıktan sonra tekrar De Gaulle Anıtı’na doğru yürüyüşe geçmiştik ki lise arkadaşımız Kübra’ya rastladık. Dünya’nın ne kadar küçük olduğu bir kez daha kanıtlandı.  De Gaulle Anıtı’na varıp, resimlerimizi çektirdikten sonra geri dönecektik ki yağmur başladı. Yağmur sağolsun, onun sayesinde bir yere sığınma ihtiyacı ile bir kafeye girdik ve böylece Champs- Elysees’de kahve de içmiş olduk. Ne kadar dolu, güzel bir gündü bu böyle…


07.06.12 - Üçüncü Gün

İki gündür çiseleyen yağmur bugün sağanağa dönüştü. Tam da bizim Pere Lachaise Mezarlığına gidip, Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını bulma girişiminde bulunduğumuz anda. Mezarlığa vardıktan sonra başlayan yağmur bizi öyle ıslattı ki, mezarlıktan kaçarak uzaklaşmak ve bir yere sığınmak, hafifleyince de şemsiye almak zorunda kaldık. Yağmur durduğunda ıslanmamıza rağmen akıllanmayarak, mezarlığa “ Ölmek var, dönmek yok” nidalarıyla geri döndük. Yenilen pehlivanın güreşe doymaması gibi, mezarlığa girdiğimiz anda tekrar yağmur başladı. Bu seferki yağmur o kadar hızlı ve şiddetliydi ki, korunmak adına, anıt mezarlardan birinin çatısı altına girmek zorunda kaldık. Sonrasında tam mezardan çıkmaya niyetlenirken artık yenildik derken, Yılmaz Güney’in mezarını gördük. O kadar sevindik ve gaza geldik ki, mezarlıkta ilerlemeye, Ahmet Kaya’nın mezarını  aramaya devam ettik. Onu da bulduk ve akabinde Balzac’ın mezarını. Artık ıslaklıktan üşümeye başlamıştık, yetinmek lazım diyerek kurumak ve ısınmak adına otele döndük. Üstümüzü değiştirdik, kuruduk, ısındık, doyduk ve tekrar yollara düştük. Hedef Sacra Coeur ve Montmartre tepesiydi. Gökyüzü bulutlarından sıyrılmış ve güneş de yüzünü göstermişti. Sacra Coeur’ü güneşin altında pırıl pırıl parlarken bulduk. İçinde ayine denk geldik ve çok kısa da olsa dinleme imkanına eriştik. Montmartre’a doğru yola çıktık ve insanların ayak üstü neredeyse aynısını çizen, karikatürlerini yapan bir çok ressama rastladık. Ama bir resim yaptırmak  40 euro olduğu için sadece seyretmekle yetindik. Montmartre’dan yavaş yavaş aşağı doğru indik, birkaç ufak hediyelik aldık. Haritaya baka baka yapılan 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından Molin Rouge’a vardık. Gündüz çekimi yaptık, akşam yemeğimizi yedik ve akşam çekimi yaptık. Son hedefi de başarmıştık. Plandaki her yere gitmiştik, kafamızın içinde Paris’in üstüne kocaman tik atarak odamıza döndük. Valizlerimizi toparladık… Ertesi sabah Amsterdam’a uzun bir tren yolculuğu bizi bekliyordu ve bu Tuğba’nın ilk tren yolculuğu olacaktı…

5 Haziran 2012 Salı

Tur Günlükleri 1: Nancy - Vedalar



Giderken ağlayacağımı hiç tahmin etmezdim. Neden böyle olduğumu bilmiyorum. Nancy’i de pek sevmemiştim oysaki, bir türlü ısınamamıştım soğuk Fransızlar’a. Tur yapıp Türkiye’ye dönmek içinde can atıyordum. Ama bu sabah Melda’dan,Yasemin’den, dün Tezcan Abla’dan, onda önceki gün ise Övünç’ten ayrılmak koydu. Burada ne kadar alışmışız birbirimize, aile gibi olmuşuz meğer biz. Gibisi fazla aslında biz burada aile olmuşuz, eksikleri tamamlayan, fazlaları eksilten, yanlışları düzelten, güzel bir aile olmuşuz.
Trene binerken Yasmin’den ayrılışıma hüzünlenince aklıma Türkiye’den, ailemden ayrılışım geldi. Meğer insanı ağlatan ayrılmak kavramıymış, bir şeylerin sonuna gelmek… Ben de artık biliyorum ki Fransa maceramın sonuna geldim, Fransa’dan çıkmama sadece 3 gün kaldı. Yağmurlu havalara, soğuk insanlara, yeşil doğaya, sokaklarda sabahlamaya tam yeni alışmışken, hadi hoppa önce düzensizliğin ardından da yıllardır alışık olduğun düzenin içine dönmece… Adaptasyon zor değil ama yine de keşke sevdiklerim arkada kalmasa. Birine sahip olmak için birini bırakmak zorunda kalmasam… Hepsi hep benimle olsa, her gittiğim yere götürsem, hayat ne kadar kolay olurdu.
Bu sabah Tezcan Abla’ya uğrayamadım, iyi ki de uğramamışım, dünden vedalaşmışız. Yoksa bir posta da orada ağlardım… Okumayacağını bile bile ona buradan teşekkür etmek istiyorum. Nasıl da kandırmıştı beni, ilk geldiğim gün Fransız’ım ben ama okulda Türkçe öğrendim diye… Nancy’de kimsesiz kaldığımı sandığımda kimsem oldu, yedirdi, içirdi, gezdirdi… Neşe kaynağı oldu, göbek atmalarımla alay etti ama yeridir, tutamıyorum kendimi müzik duyunca.
Sonra Melda… Başta ne zaman geleceğimi bile anlamadı, ama sonra karşısında görünce tüm enerjisi ile kucakladı, bağrına bastı, halayına kattı !
Sonra Övünç… İnternetsiz kaldım sandığım anda bilgisayarımın ayarlarını yaparak kurtarıcı oldu, hasta ve olduğumda, yalnız kaldığımda yanımda oldu, yüzümü güldürdü…
Sonra İhsan Abi… Bizi yemeklere götürdü, işimize koştu yoğunluğunun arasında… Pişmaniyeler aldı, Türkiye’ye en özlem duyduğumuz anda…
Ve tabi Yasemin… En büyük vedalardan biri de ona. En geç onunla tanıştık ama en çabuk da onunla kaynaştık. Seninde dediğin gibi Yasmin, biz birbirimize ne kadar benziyoruz, İstanbul’da ayrılmayalım… Bana odanı açtığın, herşeyini paylaştığın, bu kadar güzel kalpli olduğun için teşekkür ederim…
Fonda Apocalyptica-Ville Valo’dan Bittersweet çalarken, şarkı yüzünden yazıma daha da acı katmadan, hepinizi sevdiğimi söylemek istiyorum Cano’lar !!
Ekim’de İstanbul’dayız takılıyoruz İhsan Abi ve Tezcan Abla’yı da ağırlamak için bekliyoruz !

29 Mayıs 2012 Salı

İçimdeki kırılgan çocuğa bir isim verdim: Kafka







Bugün Fransa'dan dönerken yapacağım turun ayrıntılarını araştırırken, gördüm ki Prag'da bir Kafka Müzesi varmış. Müzede Kafka'ya dair ne var bilemesem de, Kafka'nın adını görmek bile, gidilecekler listeme müzeyi eklememe sebep oldu. Üstüne bir de Cafe Milena'nın varlığını öğrendim ki, keşke Prag'da daha çok gün geçirebilecek olsam diye hayıflanmadan edemedim. Sonra da blogumun Kafka'sız eksik kalacağını farkettim. 

Nasıl olmuştu da bu kadar Kafka'ya ve eserlerine bağlanmıştım peki? Hikayem bundan bir buçuk yıl öncesine dayanıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Sanat ve Siyaset dersindeyiz. Bence okulun en iyi hocalarından biri olan ama kıymetinin de bilinmediğini düşündüğüm hocamız Zeliha Burtek veriyor dersi. Frankfurt Okulu'nun sanat anlayışını işliyoruz, bunu da bir yerli bir yabancı yazarın öykülerini adım adım inceleyerek yapıyoruz. Düşünün ki, bu ders siyaset bilimi okuyan ama edebiyata da ilgi duyan bir öğrencinin içinde nasıl bir aydınlık yaratır. İncelediğimiz kitaplar:  Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öykü Kitabı ve Kafka'nın öykülerinin toplandığı 'Şarkıcı Josephine veya Fare Ulusu'. Ben her zaman için -edebiyat derslerinde tam tersini söyleseler dahi -roman okumanın öykü okumaya oranla daha kolay olduğunu düşünmüşümdür. Öykü bana daha kısa zamanda yaşanan daha çok ve karmaşık olaylar zinciri gibi gelir. Yine de derste bu kitap okutulduğu için Kafka'ya öyküleri ile başladım. Ancak sonra hiç vakit kaybetmeden, Dava'yı, Dönüşüm'ü, Baba'ya Mektup'u ve Deleuze& Guattari ikilisinin Kafka incelemesini okudum. Bu noktada, Kafka'nın kitaplarından kendimce çıkardığım bazı sonuçlara değinmek istiyorum: Kafka okurken hikayelerinde, romanlarında veya mektuplarında fark edeceğiniz ilk şey anlatımın her an değişime açık olduğudur. Zaten nice roman diye başladığı yazı öykü olmuştur elinde bu değişim hissiyatı ile. Örneğin Dava’da bir şeyler eksik kalır kafanıza oturmaz ve Kafka bunu özellikle yapar. Kitabı birbirinden kopuk bölümler halinde yazıp birleştirir ve kitabın sonunda tamamlanmamış ekstra bölümleri görürsünüz tiyatroda, evde vb. gibi. En önemli öykülerinden biri olan yargıda ise; karmaşa biraz daha derindir. Birçok cevapsız soru okuyucunun aklını kurcalar durur. Bunları okuyucu için muamma olarak bırakır Kafka. Yani okuyucuya düz, anlaşılır bir metin sunmamak Kafka’nın temel eğlencesidir. Bunun yanında çoğu öykü ve romanlarda bir yargılama ve baba-oğul metaforu görülür. Baba-oğul metaforunu Kafka Baba'ya Mektup adlı kitabında şöyle açıklar: “ Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca. Kasıtlı olarak uzatılmış bir vedaydı sana, yalnız senin tarafından dayatılmış olsa da benim istediğim yönde gelişiyordu. " Bir diğer metafor olan yargı ve yargılama sürecine bakacak olursak, şunu söyleyebiliriz;  yasanın ne olduğunu hiçbir zaman tam bilemeyiz ve herkes adaletin koruyucusudur. Tabi buradaki adalet sağlama ve dava süreçlerinde Kafka bize aslında biraz abartılı da olsa bir şeylerin yanlışlığını göstermektedir. Sorgulamamız istenen şey şimdi içinde bulunduğumuz sistemin doğruluğu ve işleyişidir. Ayrıca Dava'da, Dönüşüm'de, Şato'da, başta Yargı ve Cezalılar Kolonisi olmak üzere öykülerinde, Kafka toplumdaki iktidarın karşısında, ezilmişin yanında yer alıyor, zamanda muğlaklığı temel ilke sayıyor, tarihe yapılmış tüm açık göndermelerden kaçınıyor, benlik duygusunu aşıp kolektif bir kimliğe önem veriyor, okuyucuyu her an dönüşümlerle şaşırtmayı ve yapıtlarına devinim kazandırmayı başarıyor.En önemlisi de şimdi ne olacak sorusunu soramadığımız, her şeyin normal akışında geliştiği, bütünsel roman anlayışına karşı çıkıyor. 


Peki ya ‘Milena’ya Mektuplar’ ve orada gördüğümüz Kafka kim? Babasından nefret eden, daima kötülerin kazanacağını her zaman için dolambaçlı yollardan anlatan Kafka’nın, kitaplarını Çekçe’ye çevirmesi için mektuplaşmaya başladığı Milena’ya duyduğu sevgiyi görüyoruz: Seven Kafka’yı ve acı çeken Kafka’yı. Bunu bir iki cümle ile anlatmak kolay değil, ancak kısaca hasta bedeni ile hastalıklı bir aşka tutuluyor Kafka. Çünkü Milena evli. Öte yandan bu aşktaki en büyük sınır Milena'nın evliliği değil, sınır yine Kafka’nın aklında. Başarısız olma ihtimali, engellenme ihtimali gibi türlü ihtimallerle kendini içten içe yiyip bitiren Kafka’yı görüyorsunuz bu kitapta ve aslında onu en yakından görüşünüz oluyor bu. Zira bu mektuplar öylesine içten ve çoğu zaman çaresiz mektuplar ki, Kafka’nın kırılgan kalbine dokunmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kafka kendisi de bu kırılganlığının farkında ve mektuplarından birinde şöyle betimliyor kendini:

“Sanırım Milena, sizinle bir ortak özelliğimiz var: O kadar çekingen ve ürkeğiz ki, hemen her mektup farklı, hemen her mektup bir öncekinden korkuyor; gelecek cevaptansa daha çok korkuyor.”
“Neden bu son derece belirsiz ve korkunç sorumluluk gerektiren durumun bütün azabını çeken kişiyim sanki? Mesela, neden odanda duran ve senin koltukta ya da çalışma masasının başında oturuşunu, uzanışını, uyuyuşunu  (Mışıl mışıl uyumanı dilerim! ) seyreden mutlu dolap değilim?”

Kafka’daki bu kırılgan kalp aslında aynı zamanda ne kadar duyarlı bir insan olduğunun da kanıtı. Ama bu duyarlılık ve hassaslık onun babasının karşısında ezilmesinin yanı sıra, sevdiği kadının aşkıyla bile ezilmesine yol açıyor... Sonuç mu, Kafka’dan sonuçlar çıkartamaz insan, belki örnek alır, ki o da insanı edebi açıdan besler, aynı zamanda da onun gibi ruhen yaralı olmamıza neden olur. Eğer zaten ruhen yaralıyım diyorsanız, siz de benim gibi içinizdeki kırılgan çocuğa Kafka adını verin. Ya da Franz. Hatta arada Milena’nın ona seslendiği gibi Frank  da derseniz çok sevinir.
Kapanış cümlesi Kafka’dan: Dünya üzerinde var olan bütün zamanları senin için kullanmak istiyorum; seni düşünmek, senin içinde nefes almak için…

25 Mayıs 2012 Cuma

Beyaz Zenciler



Hayatımın en yalnız dönemlerinden birini yaşarken ve Fransa'nın doğusunda Türk kimliğimle bir dışlanmışlık hissederken okuduğum Beyaz Zenciler kitabı , toplumun ikircikli ve ikiyüzlü, kendinden olmayanı dışlama eğilimli yapısını biraz daha iyi  anlamamı sağladı. Kitapta ve hayatımda yaşananlar benzerlik göstermese dahi, dışlanmışlık ve topluma ait olamama ya da olmak istememe isteği aynı. Bir kitabı okurken kendinizden bir parça bulduğunuz da daha da çok sarılırsınız ya o kitaba, işte benim Beyaz Zenciler kitabına sıkıca sarılmam da böyle oldu. Türkiye'de olsam ve kendi düzenimden ziyade, bana uygun görülen düzeni yaşasam böyle hissetmeyebilirdim ! Ama şunu da söylemeyeliyim ki ülkeme olan tüm özlemlerimin yanında, genel olarak toplumsal normların dışında sonsuz özgürlük alanında yaşamanın tadına varınca , kitaptaki insanlar gibi, ister uyuşturucu, ister alkol alıp, istersen uyuyup, istersen olabildiğince uyanık kalabileceğinin bilincine varınca, şimdi geri dönüşün nasıl olacağından korkuyorum ! Kitap dışlanmışlık dünyasının nasıl olduğunu anlatsa da 'topluma geri dönüş' için rehberlik hizmeti veremiyor!

Yine Ayrıntı Yayınları, yine alışılagelmişin dışında bir kitap. Oluşturdukları yayın politikasını tebrik etmemek elde değil. Yavan aşk romanlarından sıkılanlara, cinayetlerden bıkanlara, hep göze sokulanları görmeye alışmış ama daha fazlasını arayanlara: Yeraltı Edebiyatı . Beyaz Zenciler ise yeraltı edebiyatına giriş için bir anahtar mahiyetinde. Uyuşturucu, alkol, sigara tüketenlere, sokaktaki serserilere, travestilere, fahişelere kötü gözle bakanlar bir de buradan okuyun onları, neden sizin gibi değiller !

Haydi biraz içinizdeki düzen karşıtının sesini dinleyin ! Kapitalizmin bizi dönüştürdüğü 'şeye' bir dönüp bakın ! Televizyondan gözünü alamayan, nefes almadan çalışan, devamlı daha çok mülkiyet elde etmeye çalışan bize bir bakın ! Dışarıdaki güzel, güneşli serin havadan derin bir nefes almaya bile vakti olmayan toplumlar olduk! Bu toplumların ekonomileri batıyor şimdi bir de, daha çok kazanıp devleti daha zengin etmemiz lazım ! Altmış beşine kadar nefes almadan çalış, sonra zaten alacak nefesin kalmayacak diyerek yüzümüze gülen ve sırtımıza daha çok yük bindiren devlete bir bakın ! Sonra bir de üstüne bu sisteme karşı çıkanı, yaşamayı seçeni, sokakları, her türlü insanı bileni aşağılarız, dışlarız. İsyan etmemek elde değil, önce kendi sefilliğimizi bir baksak ya... 'Kendinden kötüsünü görüp şükret' politikasının bir uygulaması daha ! Kendi berbat hayatımızı yüceltmek adına devamlı daha kötüsüne bakıyoruz. Bu gidişatın, bu bakış açısının maalesef ki geri dönüşü de yok, neo-liberal çağın gerekliliklerini yaşıyoruz, dayatmalarını uyguluyoruz...

Ancak inanıyorum ki Beyaz Zenciler'i okursanız, o yaşadığınız toplumsal kuralların, kısır döngünün dışında yaşayanların hayatını da görmüş olacaksınız ve anlamanıza yardımcı olacak. Alkol ve uyuşturucu ile ayakta duran, seven, sevişen, göçebeleri tanıyacaksınız. Yarınını düşünmeyen, en iyi tanıdıkları polisler olan bu insanlar, bizim kurallarımızı reddediyorlar. Bize zarar verme odaklı değiller, kendilerine zarar vererek, yaşamın onlara verdiği acılardan kurtulmanın peşindeler. Kurtulmanın tek yolu ise ölüm. Ölümle oyun oynuyorlar, ölümün kıyısında yaşıyorlar. Kaçımız cesaret eder, böyle yaşamaya, bu ölüm oyununa? Hayattan korkan, ölümden korkan, dışladıklarımızdan korkan bizler, nasıl cesaret ederiz böyle yaşamaya ?

Sadece cesaret edemediğimiz bu ölüm oyununu izlemek için bile okunabilir 'Beyaz Zenciler' ! Daha fazla övgü yapmacık olur, kitabın gözlerdeki realitesini azaltır, değerini düşürür. Yazıyı burada bitiriyorum sevgili okur, sana bol düşünceli günler dilerim !

     




19 Mart 2012 Pazartesi

Voltaire & Candide


   Ortaokul yıllarımızdan itibaren Voltaire’in adını çok duyduk. Deyim yerindeyse Voltaire’i dilimize pelesenk ettiler, aydınlanma ve Fransız devriminin düşünce önderlerindendir diye. Bizlere yıllarca bunu öğretip durdular da ,ne dedi, ne düşündü insanları nasıl aydınlattı, bunları hiç mi hiç öğretme gereği hissetmediler. Sanırım Voltaire gibi olmamızdan doğruları insanların yüzlerine acımasızca haykırmamızdan korktular…
   Lise yıllarına geldiğimizde ise felsefe derslerinde Leibniz’in adını öğrendik, biraz daha meraklı olanlar az buçuk fikriyatını öğrendi ama yine kimse çıkıp da bize Voltaire’de Leibniz’in bu düşüncelerini hicvetmek için Candide’i yazdı demedi. Keşke biri bana o zaman bunları anlatsaydı o zaman belki de ben bunca yılımı ne olacağım, neyi seviyorum soruları ile heba etmez daha erken çizerdim yolumu, daha erken edebiyat ve yazı ile bir araya gelirdim… Bu duruma sağlık olsun demek inanın hiç içimden gelmiyor, okul yıllarımdaki  açığı kapatma fikri aklımı kurcalayıp duruyor…
   Yazının amacı her ne kadar girişte eğitim-öğretim sistemimize sitem de etsem Voltaire ve muhteşem eseri Candide’i tanıtmak. Voltaire kimdir sorusunun cevabını Vikipedi ve benzeri kaynaklarda bir sürü tarihler ile dolu hayat hikayesinden okumak güzel bir tercih olabilir, ama benim tek cümlelik özet bir yanıtım var bu soruya : Voltaire 1600'lü yılların sonlarına doğru doğmuş, çevresindeki insanların onu "Bu cılız ve hastalıklı bedene bu akıl !" tarzı şaşırma cümleleri ile tanımladığı, babası Voltaire'in hep hukukçu olmasını isterken, edebiyatçı olup çıkan, sivri dili ve dürüst cümleleri ile 9 köyden kovulan aydınlanma yazarıdır.  Bu hayat  hikayesinde beni en çok cezbeden kısım, Bastille’de hapis yatmasına, İngiltere’ye sürgün edilmesine, Almanya’dan kovulmasına, İsviçre’ye yerleşmesine ve artık hayatının son demlerindeyken tekrar Fransa’ya çağrılmasına rağmen düşüncelerini törpülemeyi hiç düşünmemesidir, birilerine yaranmak adına lafını esirgeme yanlışına düşmemesidir. Bu özgür düşünceli, sivri dilli adam bana tutuklanan gazetecilerimizi hatırlatıyor. Voltaire’in düşünceleri, yazdıkları dönem insanının onurunu zedelerken, bugünkü düşünce suçları onurdan ziyade çıkarları zedeliyor ve bu yüzden gazeteciler hapse atılıyor. Dünyanın herhangi bir noktasından diğerine 5 saniyede canlı bağlanabilirken, sürgüne göndermenin bir faydası yok eski zamanlardaki gibi. Dolayısıyla düşünceleri susturmanın tek yolu düşüneni hapsetmek.. Sanki Voltaire’in çağı, 18. yüzyıl, bu açıdan daha insaflı…
   Voltaire bir yandan yanlış giden şeyleri, örneğin yönetim sistemini, din adamlarını, hatta kralın metresini bile eleştirirken, diğer yandan döneminin önemli düşünürlerini de eleştirmekten geri kalmamıştır. Bu eleştiriden de en büyük nasibi başta da bahsettiğim üzere Leibniz ve oluşturduğu felsefe almıştır. Leibniz,  Voltaire ile aynı dönemde yaşamış hem büyük bir matematikçi hem de filozof. Leibniz’in felsefesi, içinde yaşadığımız dünyanın, dünyaların en düzenlisi ve en mükemmeli olduğunu savunur.  Voltaire ise bu düşünceyi yerle bir etmek amacıyla Candide’i yazmıştır.
   Candide okuduğum en ilginç kitaplardan bir tanesi ve büyük bir yer edindi aklımda. Çünkü dili o kadar basit ve belki bayağı, hikayesi ise gülünç, abartılı . Bu basitliğin altındaki fikriyat ise yoğun. Ve kitabı bu kurtarıyor hatta sürükleyici yapıyor.  Bunun yanında Candide’in ülkeden ülkeye gezmesi değişik bölümlerde anlatılmış. Aralarda kopukluklar da var. Ancak bu kopukluklar düşünce yapısındaki bütünlük ve doluluk ile örtülmüştür. Ayrıca tiyatro oyunları da yazan Voltaire’in romanında da benzer bir dil, tragedyada olduğu gibi abartılı olaylar, abartılı dil kullanması, aslında romanda inandırıcılık öğesini ön planda tutanlar için bir hayal kırıklığı yaratabileceği gibi, bunu sorun etmeyenler için gayet eğlenceli bir kitap olmasına sağlıyor.  
   Hikaye 18. yüzyılda geçiyor. Felsefe öğretmeni Pangloss’tan, yaşadığı şatodan kovulana dek sadece iyilik felsefesini öğrenmiş, bunun dışında bir şey görmemiş olan Candide’in şatodan kovulduktan sonra başına gelen bin bir türlü kötülük karşısında iyilik felsefesine karşı şüpheleri oluşmaya başlar ve her yeni gittiği ülke de iyiliği bulacağını sanırken daha büyük kötülük ile karşılaşır. Bütün o gezdiği, kötülüklerle dolu ülkeler arasında huzuru sadece Eldorado ülkesinde bulur. Bu ülke bana Thomas More’un Ütopyasını anımsattı. Öyle bir ülke düşünün ki, herkes zengin, hiçbir şey para ile satılmıyor, para kavramı dahi yok…Adalet sarayı, parlamento veya ceza evi yok… Buraya vardığında Candide öylesine şaşırıyor ki,ülkeyi tanıtan bir yaşlı adama sorularından birisi de “peki siz neye inanırsınız, inançlı mısınız?” oluyor. Eldorado halkının inançlı olduğunu ama rahiplerinin olmadığını duyunca Candide’in tepkisi şu oluyor:
“Sizin ders veren, tartışan, yöneten, kavga eden ve kendi düşüncelerinde olmayan kimseleri yaktıran papazlarınız yok mu?”
Ancak sevgilisini bulmak isteyen Candide, bu güzel ülkede de barınamıyor. Tekrar düşüyor yollara. Duraklarından biri de Fransa. Voltaire kendi milletini de abartılı olmakla birlikte pek güzel eleştirmiş kitabında :
“Nüfusun yarısı deli olan eyaletler var; bazılarının halkı çok kurnaz, bazılarının ki oldukça saf, oldukça aptal; bazılarında zerafet sergileniyor; ama hepsinde birinci iş aşk, ikincisi dedikodu, üçüncüsü de gevezelik.
   Sevgilisini ararken daha bir çok ülke gezen Candide’in yolu sonunda Türkiye’ye, İstanbul’a düşüyor. Sevgilisi ile de burada buluşuyor. Artık her şeyin iyi olacağını düşünürken sevgilisinin huysuz, çirkin bir kadına dönüştüğünü fark ediyor. Ama yine de onunla evleniyor. Neden her şeyin kötü gittiğini anlayabilmek için Türk dervişlerini geziyor da bir cevap bulamıyor. Sonunda toprağını işleyip, ürününü satarak mutlu-mesut yaşayan, etliye sütlüye karışmayan bir adamla tanışınca nihai karar alınıyor:
“Fazla düşünmeden çalışalım; bu, hayatı dayanılır kılan tek çaredir.” Kendi evlerinde ve bahçelerinde çalışarak, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya dolaşarak aradıkları huzurun sahibi oluyorlar .
    Sonuç olarak, Candide kesinlikle okunması gereken bir kitap. Voltaire’in neden hapse düştüğünü, sürgün edildiğini ve neden aydınlanma yazarı, devrim yazarı olduğunu kısacık bir kitapta fazlasıyla anlıyorsunuz.  Ve baştaki sitemime dönecek olursak, keşke bu kitabı okullarımızda okunacak kitaplar listesine ekleseler…





7 Mart 2012 Çarşamba

Yeraltı Edebiyatı

   Hiç çok öfkelendiğiniz birinin yüzüne, suratını dağıtacak bir yumruk atmak yerine sakin sakin gülümsediğiniz oldu mu? Bu soruma evet demenizi umuyorum, ya da herkes adına ben diyebilirim çünkü çoğu zaman kavga etmek bir yana, ufak münakaşalar etmekten bile kaçan bir insanım. Ama bu kaçışım yine de yumruk atma isteğimi azaltmıyor. Bir türlü içimdeki ilkel ile anlaşamıyoruz bu konuda. Onu sakinliğe davet edemiyorum, ani dürtülerle rahatsız edip duruyor. Peki bunları niye mi anlatıyorum ? Tamamen edebiyat ile ilgili : Yeraltı Edebiyatı.. İçimizdeki ilkelin karanlık dünyası. Ve bunu anlatan, bu tarzın en tanınmış isimlerden biri: Chuck Palahniuk.

  Chuck Palahniuk adını ilk kez bu yıl duydum. Sanırım biraz klasikçiyim ve bu tarz kitaplardan çoğu zaman uzak durdum bu yüzden. Ama Chuck Palahniuk'un Ölüm Pornosu kitabının reklamı öyle güzel yapıldı ki - hem de devletimiz yaptı, yasaklama hamlesi ile- ben de İstanbul Kitap Fuarı'nda çocuk kitapları satarken yine merakıma yenilip çok satanlardan bir tane daha aldım . Aldığımdan bir hafta kadar sonra okuma fırsatı buldum Ölüm Pornosu'nu.  Kitap tamamen insan, insanın en basit hali, en ilkel hali, en çirkin hali. Erkeğin kendini ve akabinde kadını, kadınının bedenini, ruhunu nasıl mahvettiğinin pür hikayesi. Ve bence devletin kitabı yasaklama isteğinden biri de bu. Bu erkeksi yapılanması içinde kadını kendinin de aşağılıyor olması...

  Kitap hepimizden, bütün dile getiremediklerimizden, saklamak zorunda hissettiklerimizden bir parça taşıyor. Bunu da öyle bir yüzümüze vuruyor ki... Zamanında sevdiği adam tarafından tecavüze uğrayıp, hamile bırakılan ve sonra ailesi yüz üstü bırakınca Porno Kraliçe'si olan Cassie Wright'ın bir rekora imza atmak, kendini sigortalatarak çocuğuna yüklü bir servet bırakmak yani ölmek adına 600 adamı bir araya toplaması. Oraya gelen adamlardan birinin onu bu işe sürükleyen, hamile bırakan adam olması, diğerinin de Cassie Wright'ın o hamileliğinden doğan çocuk olduğunu iddia etmesi... Ama yine de onunla birlikte olmaya gelmesi. Bu trajedinin yanında cinsel dürtü ve arzulara dair, sizin, benim asla dile getiremeyeceğimiz şeyleri dile getirmiş yazar. Tabulaştırdıklarımızı, küfür saydıklarımızı da eklemiş. Kısacası bu kitabı okumak için yürek ve mideye ihtiyaç var. İçinizdeki ilkeli görmekten, kibar kalıbınızın çatlayacağından korkuyorsanız hiç bulaşmayın derim.Ölüm pornosu için diyeceklerim bunlardan ibaret. Şimdi sıra Dövüş Kulübü'nde:

   Her ne kadar Fransa'ya kitap getiremesem de gözlerimi yormak ve astigmatımı ilerletmek  pahasına e-kitap okuyorum. Tabi başucuna koyamıyorsunuz, onunla uyuyup uyanamıyorsunuz ama hiç yoktan iyidir. Sahip olduğum e-kitaplardan biri de Dövüş Kulübü.  Dövüş Kulübü filmini yarıda bırakmış, konuyu bile unutmuş biri olarak ve Chuck Palahniuk'un üslübunu biraz daha tanımak adına kitap tam zamanında önüme geldi. Dövüş Kulubü, bir insanın kontrolü de dahil olmak üzere, her şeyini kaybedişinin öyküsü.  Kitabın bana en anlamlı gelen ve kitabı özetleyen sözü ise; 

     Ancak her şeyini kaybettiğin zaman, canının istediğini yapmakta özgür olursun. 

   Film ise beklentilerimin altında kaldı. Kesinlikle Edward Norton'dan dolayı değil. Brad Pitt'in hala mimiklerini kullanabildiği o yıllarda, filmde bol bol yarı çıplak vücudunun gösterilmesi vs. , bende asıl konudan uzaklaşıldığı etkisi yarattı. Öte yandan belki içimizdeki öfkelinin yanı sıra sapığın da ortaya çıkmasını istediler, en azından erkeklere ilgi duyanların içindeki. Aklıma gerçekten başka seçenek gelmiyor. Ayrıca kitaptaki son ile filmdeki sonun farklı olması da can sıkıcı. Ben kitabı yeğliyorum çünkü filme oranla olay akışı çok daha mantıklı ve güzel. Gerçekten güzel. 

  Sonuç olarak iki kitap da bana neyi mi kanıtladı? Hepimiz hayatlarımızın esiriyiz, kalıplarımıza sıkışmış kalmış durumdayız. Chuck Palahniuk'sa kendininkinden yazdıkları ile arınırken bize de "En azından okurken arının, içinizdeki ilkeli bırakın dövüşsün, bırakın sevişsin. Kitap bittiğinde yine sıkıcı, bilgisayar başındaki, boktan işinize dönebilirsiniz" diyor. Kısa süreli bir çıkış sunuyor.

  Aynada bir yüz beliriyor: Binlerce farklı insanın küçücük parçalarından bir araya getirilmiş, darmadağın, çirkin bir yüz. O yüzde benim olduğu kadar, sizin de parçanız var. İşte eğer ki o parçanızı kabullenmeye hazırsanız: bu kitapları edinin derim !

17 Şubat 2012 Cuma

Genç Werther'in Acıları

   Yola çıkmak, yolda olmak fikri, üstüne bir de yalnız yola çıkıldı mı çok çekilmez geliyor bana...Sırf yalnız kalmamak adına Fransa'ya giderken yanımda kitaplarımdan götürmek istedim. Ama maalesef ki o kocaman valizlerime sadece bir kitap sığdırabildim: Genç Werther'in Acıları. Kitap sadece 126 sayfa olması, diğerlerine oranla daha kolay sığdırılabilmesi yönüyle tercih sebebim oldu o an için. Yoksa Kafka'nın Amerika'sını da almaya çalıştım ama o kalınlığı ile sığmadı...
   4 saatlik uzun yolculuğumda bacaklarımı bir türlü o daracık koltuk arasına sığdıramadığım için uyuyamamam sebebi ile geriye tek seçeneğim kitap okumak kaldı. Evinden ayrılan ben, Werther'in de memleketinden ayrılmasının hikayesine kendim ile eş zamanlı başladım. Ama tabi Werther'in acılarının sebebi bu değildi.
   Bu kitabı hep merak etmiştim. Dünyada büyük popülerlik kazanan, Goethe'yi bir gecede ünlü yapan ve sürü psikolojisi ile gençleri ardı ardına intihara sürükleyen veya Werthervari giyinmelerine neden olan, adeta 18. yüzyılda medyanın dünyaya daha hakim olamadığı zamanda, dünyayı peşinden sürükleyen bu kitabı tanımak istiyordum. Hatta öyle ki bu kitap Napolyon'u bile etkisi altına almıştı, Napolyon kitabı yanından ayırmaz olmuştu. Bundan dolayı benim kitaba sorduğum soru ise şu oldu: Nedir seni bu kadar özel kılan ? 
   Dediğim gibi bu soruyla yola çıktım ancak kitabın birinci bölümünde Werther'in mektuplarında kendi düşünce yapısına ve beklentilerine dair öyle şeyler yazmıştı ki Werther'in fikriyatında kendimi buldum sanki. Dolayısıyla altını çizdiğim bu fikirlerden birkaçını yazmadan geçemeyeceğim:

"...Başaracağım, sevgili dostum, sana söz veriyorum, kendimi düzelteceğim, her zaman yaptığım gibi yazgımızın karşımıza çıkardığı ufak tefek sıkıntıları artık tekrarlayıp durmayacağım; içinde bulunduğum anın tadını çıkaracağım, geçmiş benim için geçmişte kalacak..."

"...Ancak kendi içime dönersem bir dünya buluyorum! Yine tasvir ve etkin bir güçten çok, sezgi ve belirsiz bir arzuya yer veren bir dünya bu..."

   Sorumun cevabı bana öyle geliyor ki, ikinci tümcede gizli. Belki de kitabın Goethe'yi bir gece de bu kadar ünlü yapmasının sebebi, insanın iç dünyasına yönelmesi ve bunu yaparken -benim şu an anlayamadığım- ama o zamanın gençlerinin anladığı, aşkın verdiği acıyı ve o acı uğruna yapılabilecekleri ilk defa bu kadar net tasvir etmesindedir. Bu kadar belirsiz konuştuğuma bakmayın, gerçekten de öyle. Hatta Goethe'nin intiharla sonuçlanan bu romanı, böyle kötü ama belki de reel bir sonla bittiği için çok eleştirilmiş. Kitaba alternatif sonlar yazanlar bile olmuş. Ancak Goethe kitabını tüm bu eleştirilere rağmen değiştirmemiş. Kitabın yayınlanmasının ve değiştirilmemesinin akabinde gelişen intihar vakaları ve bütün gençlerin Werther'inki gibi mavi frak ve sarı çizmeler ile sokaklarda dolaşır olması Goethe'yi zamanın en büyük tartışma konusu haline getirmiştir.
   Birazcık da kitabın konusuna bakacak olursak; kitabımızın baş kahramanı Werther büyük şehrin kaosundan sıkılıp, ufak bir kasabaya yerleşen aydın, genç bir ressam . Geldiği ilk günlerde huzuru doğada bulduğunu düşünerek uzun doğa yürüyüşlerine çıkan Werther sonrasında Lotte adındaki nişanlı bir soylu kızına aşık olur ve ne kadar istese dahi kasabadan ayrılamaz ve Lotte'yi de bırakamaz bu aşkın sonunu bilmesine rağmen. Biz kitabı Werther'in kendi ağzından arkadaşı Wilhelm'e yazdığı mektuplar üzerinden okuyoruz. Bu mektupları kitabımızın yazarı Goethe kitabın başında büyük bir özveri sonucu derleyebildiğinden bahsediyor. Ama sonuç olarak olayları baş kahramandan günü gününe dinlemek oldukça keyifli. Beni asıl düşündüren şu oldu Goethe'nin  benzer bir acısı mı var ki böyle hüzünlü bir aşk romanı yazmış? Gerçekten de kitabı arattığınızda karşınıza çıkan ilk verilerden biri de bu sorunun cevabı oluyor. Roman, Goethe'nin Alman Yüksek Mahkemesi'nde asistan olduğu dönemde nişanlı bir kadına, Charlotte'a olan umutsuz aşkından yola çıkarak yazdığı bir kitap ve kitabın sonundaki intihar vakasına ise arkadaşı Wilhelm Jerusalem'in evli bir kadına aşık olup intihar edişi esin kaynağı olmuş. O zaman baştan beri mektuplar gönderilen Wilhelm hayali bir kahraman mı yoksa ? Öyle olduğunu söyleyenler olsa dahi, ben buna dair bir iz bulamadım.
   Sonuç olarak, 1774'te yazılan bu kitap birincisi Goethe'nin gençlik yıllarının anılarını ve coşku dönemini yansıtması, ikincisi dönemi içinde adeta bir marka olması ve insanların Werther'i gerçek dünyaya taşımaları,kendilerinde canlandırmaları , üçüncü olarak da Goethe'yi merak edenler için iyi bir başlangıç kitabı olması yönünden önemli. Bir gece, 2 saatin ayrılması ile Goethe ile tanışma sağlanabilir. Klasiklere ilgi duyanlara duyurulur...     



7 Ocak 2012 Cumartesi

Puslu Kıtalar Atlası


  
 Maalesef ki "bestseller" diye tabir edilen çok satanlar köşesindeki kitaplara karşı bir soğukluk var içimde. Sanki bir yarış varmış kitaplar arasında da, ipi bestseller’lar göğüslemiş. Diğerleri öksüz kalmış gibi boyun bükmüş, tozlanmışlar köşelerinde. Dolayısıyla ben de çok satanlar köşesine baksam dahi, oradan kitap almamaya çalışırım. Ancak bu sefer başaramadım. Daha doğrusu, arkadaşımdan ödünç aldığım kitap bu aralar çok moda olmasına rağmen, ben de okudum. Evet, şu an suçluluk duyuyorum, hem kendi kurallarıma hem de kitaplarıma ihanet etmişim gibi hissediyorum.
   Anlatacağım kitap, yani Puslu Kıtalar Atlası, çok revaçta olmasına karşın benim okumakta çok geç kaldığım bir kitap. İlk baskısını 1995'te yapmış ve yıllar içinde 43. baskısına ulaşmış. Ben de bu son baskısını okudum. Kitap yıllar içinde popülerliğini artırmış ve şu anda kitabın da, kitabın yazarının da büyük bir hayran kitlesi var. Yazarı, İhsan Oktay Anar. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesi. Dolayısıyla kitabın içinde gördüğümüz felsefi öğeler yazarın uzmanlık alanını bildikten sonra fazlasıyla anlam kazanıyor. Ancak bunun yanında kitaptaki tarihi öğeler ve kitabın başarılı dili yazarın tarihe ve edebiyata da gönül verdiğinin kanıtı. Bunun bir diğer kanıtı da yazarın hayat hikayesinde gizli: İhsan Bey öylesine bir kitap severmiş ki, kitap okumak adına lisede okuldan şehir kütüphanesine kaçarmış ve sonunda devamsızlıkları yüzünden okuldan atılmış. Ardından akşam lisesine devam etmiş ve ÖSS’yi kazandığında daha çok okuma alanı ve zamanı sağlayacağı için felsefe bölümünü tercih etmiş.
Kitap hakkında yazmadan önce bir çok yoruma baktım ve söylemeliyim ki; hepsi de çok iyi yorumlardı. Ancak ben kitabı her ne kadar bir gecede bitirsem de, bu muhteşemliği yakalayamadım başkaları gibi. Herkesten farklı düşünmek bu noktada can sıkıcı. İnsan kendini sorguluyor ister istemez, bende mi bir sorun var diye?Belki de,  bilemiyorum. Evet ben de beğendim kitabı ancak, ben kitabı okurken aklıma hep Binbirgece Masalları geldi. Kitaptaki olağanüstülükler, anlatıdaki o masalsı ve büyülü dil bana Binbirgece Masallarını anımsattı. Belki bu benzerliği yakalamamın sebebi, ikisinin de doğunun o mistik havasını yansıtmasıdır. Bu konuda daha derin bir şeyler söyleyebilmek ancak birkaç yıl önce okuduğum Binbirgece Seçkisini ve Puslu Kıtalar Atlası’nı tekrarlarsam mümkün olabilir…
Kitabın masalsılığı bende öykünme hissi uyandırsa dahi; kitabın çok yönlülüğü açısından takdir etmemek imkansız. Puslu Kıtalar Atlası bünyesinde edebiyat,tarih, coğrafya ve felsefeyi bir araya getiriyor. Kitap sizi apayrı bir dünyaya götürürken, o dünyaya felsefe ile tutunmanızı sağlıyor. Nasıl mı ? Uzun İhsan Efendi (kitabın ana karakteri) düşünen bir adamı düşünür.Ardından gelen düşünceler silsilesi ise şöyledir: Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor...O gerçek ,ben ise bir düş oluyorum. Rendekâr’ın ( hani şu bildiğimiz René Descartes) “düşünüyorum öyleyse varım” sözü böylece “düşlüyorum öyleyse varım” formunu alır. Tam bu noktada okurken ve bir yandan o dünyayı düşlerken biz de hikayeye dahil oluruz. Başka bir gerçeklikte buluruz kendimizi, başka bir formla, kimse bizi görmez iken Uzun İhsan Efendi ile İstanbul’un en belalı sokaklarında dolaşırız, onun kör olmasına rağmen her şeyi görmesini sağlayan,etrafındakileri ona fısıldayan bizizdir belki de. Bünyamin’e mezardan nasıl çıkacağını anlatan ses oluruz bir ara. Yazarın anlatımındaki tüm çaba bunun içindir belki de, okuru apayrı bir dünyada yeniden var etmek, ya da okurun kendini var etmesini sağlamak…
Kitabın konusuna çok değinemediğimin farkındayım. Bunu pek becerebileceğimi de sanmıyorum. Bunun yerine kitabın Fransızca baskısının arka kapak yazısını yayınlamak ile yetiniyorum :  17. yüzyılda Konstantiniye’de yaşayan, düş gücü zengin bir ihtiyar, kendini kuşatan dünyayı düşler. Kendi iç dünyasına doğru yolculuklara çıkan bu haritacı, düşlerinde gerçekliği arar ve düşlerinden devşirdiklerini Puslu Kıtalar Atlası adlı bir kitaba döker ve kitabını, savaşa gitmek üzere olan oğluna emanet eder. İhtiyarın oğlu, tuhaf bir siyah sikke bulduktan sonra inanılmaz bir serüvene sürüklenecek ve sonunda Puslu Kıtalar Atlası’nı okumaya başladığında, başından geçenlerin tümünün bu kitapta anlatılmış olduğunu görecektir…”
Velhasıl-ı kelam sizi mutlu edecek bir kitaptır Puslu Kıtalar Atlası. Ben de onunla güzel zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. Ancak okuduğum bir çok iyi yoruma karşın, herkesin dediği gibi bir baş yapıt diyemiyorum. Bunun nedenini yeterince iyi anlatamamış olabilirim, hatta kendim bile bunun nedenini yeterince bilemiyor olabilirim. Bitirirken tek diyebileceğim Allah’tan ki zevkler ve renkler tartışılmıyor.
                                                                      

        Bir sonraki kitapta anlatmak ve okunmak üzere…