8 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 2: PARİS, MA ROSE





05.06.12 - Birinci Gün
İlk yazdıklarımı yoldan yazmıştım şimdi ise otelden yazıyorum. Her şey zor olacakmış gibi görünürken işler bir anda tıkır tıkır çözülmeye başlar ya... İşte bugün bunu yaşadım. Paris’e Gare de l’est’e indikten sonra oteli aramaya koyuldum. Otel gara 3 dakika mesafedeydi. Valizi bırakıp çıktım ve Tuğba’yı Orlyval’den ineceği yere almaya gittim. Ben gittikten 10 dakika sonra o geldi. Bir an sanki ben Türkiye’ye dönmüşüm gibi hissettim, karşımda tanıdığım, bildiğim,sevdiğim o yüzü görünce. Trenimize bindik ve otelimize geri döndük, yerleştik. Çift kişilik yatağımız, duşumuz,tuvaletimiz, banyomuz ve sesi çok geçiren duvarlarımızla şartları çok da fena olmayan bir odaya, Tuğba’nın deyimi ile 'eve' sahiptik. Öte yandan duvarla o kadari inceydi ki, bütün kat tek odada yaşıyor gibiyiz aslında. Buraya kadar herşey çok yolunda ve kolay gidince ve enerjimiz bir türlü tükenmeyince, tüketme kararı aldık.  Bugün için yorgun olma ihtimalimizi göz önünde bulundurarak bir plan yapmamıştık, bir anda gelişti plan ve belki de bizim için en yorucu gün ilk gün oldu. Operaya kadar metro ile gittik . Metrodan indiğimizde koskoca opera karşımızdaydı. İçine giremesek de çevresini tavaf ettik. Opera binasının bulunduğu bölge tarihi eserlerin çok yoğunlaştığı bir bölge. Galeries La Fayette’in etrafında yürüdük. Biraz daha yukarı çıkıp Gare St. Lazare’ı da gördük. Oradan dik aşağı inip Madeleine Katedrali’ne vardık. İçine girdik, önünde resim çekildik.   Oradan da düz devam ederek Place De La Concorde’a vardık. Açlık hissi biraz hissedilmeye başlanmıştı ama çok da rahatsızlık verici değildi. Biraz daha yürüyüp Eiffel Kulesi’nin oradan yiyecek almaya karar verdik. Ama yanlış bir kararmış. Place De La Concorde’u aşıp Pont De La Concorde köprüsünü geçtikten sonra Mc Donalds vs. benzeri daha uygun yemek yenebilecek yerler azalıyor. Marketler nadirleşiyor. Hani hep denir ya “Allah kimseyi açlıkla sınamasın” diye ne kadar doğru bir söz olduğunu insan ancak aç kalınca anlıyor. Ben artık inanıyorum ki insan aç kalınca herşeyi yapabilir. Freud’un 3 temel içgüdü dediği; açlık, cinsellik ve şiddet. Birinin eksikliğinde öbürleri de tetikleniyor. İnsan aç kalınca daha sinirli oluyor örneğin, her hangi bir şeye parlayabilecek duruma geliyor. Biz açlık ve şiddet arasında gidip gelirken sonunda bir market bulduk ve soğuk da olsa sandviçlerimize kavuştuk. Güzeldi sandviçlerimizi Eiffel’e karşı yemek, her ne kadar Tuğba’da ben de Eiffel delisi olmasak bile. Sonra yağmur yağmaya başladı ve biz de bir tiyatro girişine sığındık. Enerjimiz artık bitiyor gibiydi ama bir yandan da Tuğba Eiffel’de gece çekimi yapmak istiyordu. Işıkları yandığında, bekledik ve başardık. İstediğimiz bütün resimleri çektik. Geri döndüğümüzde o kadar yorulmuştum ki hemen uyuyakaldım…


06.06.12 - İkinci Gün
Bu sabah bir türlü kaldırmadık kendimizi yataktan. İnsaflı davranıp 9’a kurduğumuz alarmı iptal edip, 10 buçukta kaldırabildik kendimizi. Kahvaltımızı edip, öğlenlik sandviçlerimizi hazırladıktan sonra yola koyulduk. İlk hedef Louvre Müzesi idi. Yola çıkmadan önce metroda Tuğba’ya frambuazlı makaron aldık. Benim makaron aşığı küçüğüm o makaron’u Louvre’un bahçesinde yiyeceğim diyerek yol boyunca sadece kokladı. Bahçeye vardığımızda ilk işimiz onu yemek ve resimlemek oldu. İkimiz de daha önce sadece bahçesine kadar girebilmiştik Louvre’un, müzeyi gezmek kısmet olmamıştı. Müzedeki en ilgi çekici eser olan  Mona Lisa; bizim özel ilgi alanımıza girmiyordu, biz Antik Mısır Bölümü’nü görmek için yanıp tutuşuyorduk. Büyük Piramit’in önünde tonla fotoğraf çekildikten sonra -Tuğba sayesinde- o piramidin içine girdik. Girişte şanslıydım ki Lorraine Üniversitesinin kartı ile bedavaya girdim. Ama Tuğba o kadar şanslı değildi 10 euro ödedi. Ancak haritamız olmasına rağmen müzenin içinde yolumuzu bulmakta zorlandık. “Şimdi şu salondayız, burdan buraya gitmemiz gerek” diye saniye saniye takip ettik. Başta Yunan eserlerinden bir kısmını -en meşhurlarını- gördük. Mars& Venüs heykeli, adını bilmediğim ama sıkça karşımıza çıkan kolları olmayan kadın heykeli… O arada bir yandan da bütün enerjimizi yolumuzu bulmaya, kalabalıktan sıyrılmaya verdiğimiz için çok da dikkatli inceleyemedik. Ama Mısır bölümüne geldiğimizde dikkatsizlik yerini aşırı bir dikkate bıraktı. İtiraf etmeliyim ki; daha çok lahit ve mumya bekliyordum. Ancak orada daha çok Mısırlıların günlük eşyalarını ve yaşayış tarzlarını gösteren eşyalar sergileniyordu. En ilginç kısım mumyalanmış kediler, köpekler ve timsahtı. Sonrasında meşhur Mona Lisa Hanım’ı görmeye, İtalyan tablolarının olduğu kısma gittik. İnanılmaz bir kalabalık ve Mona Lisa ile resim çektirmeye çalışan tonla insan vardı. Onlar gibi biz de yer kapmaca oynadık, kazandık ve resimlerimizi çektirdik. Saat 4’e gelmişti, acıkmıştık, sandviçlerimiz yemek için dışarı çıktık.  Louvre’un bahçesinde piramitlerin arasında sandviçlerimizi yedik ve keyif yaptık. Sonra da görmek istediklerimizi görüümüze karar verip, müzeye tekrar girmedik ve Champs-Ellysees’e doğru yola çıktık. Çok da uzun olmayan bir yürüyüşten sonra o meşhur caddeye vardık. Cadde de salına salına yürüdük. İnsanları, arabaları izledik. Büyük, ışıklı mağazalar arasında yürümeye devam ederken insanların makaron almak için yarıştıkları Laduree’yi gördük. Bu işin en meşhuru olduğu o kadar belliydi ki, insanlar o küçücük mağazanın içinde minicik ama çeşit çeşit renkteki makaronlara inanılmaz paralar döküyorlardı. 
Orada olay yeri incelemesi yaptıktan sonra tekrar De Gaulle Anıtı’na doğru yürüyüşe geçmiştik ki lise arkadaşımız Kübra’ya rastladık. Dünya’nın ne kadar küçük olduğu bir kez daha kanıtlandı.  De Gaulle Anıtı’na varıp, resimlerimizi çektirdikten sonra geri dönecektik ki yağmur başladı. Yağmur sağolsun, onun sayesinde bir yere sığınma ihtiyacı ile bir kafeye girdik ve böylece Champs- Elysees’de kahve de içmiş olduk. Ne kadar dolu, güzel bir gündü bu böyle…


07.06.12 - Üçüncü Gün

İki gündür çiseleyen yağmur bugün sağanağa dönüştü. Tam da bizim Pere Lachaise Mezarlığına gidip, Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarını bulma girişiminde bulunduğumuz anda. Mezarlığa vardıktan sonra başlayan yağmur bizi öyle ıslattı ki, mezarlıktan kaçarak uzaklaşmak ve bir yere sığınmak, hafifleyince de şemsiye almak zorunda kaldık. Yağmur durduğunda ıslanmamıza rağmen akıllanmayarak, mezarlığa “ Ölmek var, dönmek yok” nidalarıyla geri döndük. Yenilen pehlivanın güreşe doymaması gibi, mezarlığa girdiğimiz anda tekrar yağmur başladı. Bu seferki yağmur o kadar hızlı ve şiddetliydi ki, korunmak adına, anıt mezarlardan birinin çatısı altına girmek zorunda kaldık. Sonrasında tam mezardan çıkmaya niyetlenirken artık yenildik derken, Yılmaz Güney’in mezarını gördük. O kadar sevindik ve gaza geldik ki, mezarlıkta ilerlemeye, Ahmet Kaya’nın mezarını  aramaya devam ettik. Onu da bulduk ve akabinde Balzac’ın mezarını. Artık ıslaklıktan üşümeye başlamıştık, yetinmek lazım diyerek kurumak ve ısınmak adına otele döndük. Üstümüzü değiştirdik, kuruduk, ısındık, doyduk ve tekrar yollara düştük. Hedef Sacra Coeur ve Montmartre tepesiydi. Gökyüzü bulutlarından sıyrılmış ve güneş de yüzünü göstermişti. Sacra Coeur’ü güneşin altında pırıl pırıl parlarken bulduk. İçinde ayine denk geldik ve çok kısa da olsa dinleme imkanına eriştik. Montmartre’a doğru yola çıktık ve insanların ayak üstü neredeyse aynısını çizen, karikatürlerini yapan bir çok ressama rastladık. Ama bir resim yaptırmak  40 euro olduğu için sadece seyretmekle yetindik. Montmartre’dan yavaş yavaş aşağı doğru indik, birkaç ufak hediyelik aldık. Haritaya baka baka yapılan 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından Molin Rouge’a vardık. Gündüz çekimi yaptık, akşam yemeğimizi yedik ve akşam çekimi yaptık. Son hedefi de başarmıştık. Plandaki her yere gitmiştik, kafamızın içinde Paris’in üstüne kocaman tik atarak odamıza döndük. Valizlerimizi toparladık… Ertesi sabah Amsterdam’a uzun bir tren yolculuğu bizi bekliyordu ve bu Tuğba’nın ilk tren yolculuğu olacaktı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder