18 Aralık 2011 Pazar

Tutunamayanlar...

Murat'a ithafen...


   Hayatımda hiçbir kitabı yarım bırakmadım ben. Kitaba olan saygımdan dolayı her zaman kitabı değil kendimi zorladım birlikteliğimiz konusunda. Ama bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında beni bu ayrılığa en çok zorlayan, tüm bu kasıtlı zorlamalara rağmen terk etmediğim ve sonunda ise iyi ki seni bırakmadım dediğim kitap: Tutunamayanlar...
   Tutunamayanlar Oğuz Atay'ın en büyük eseri. Mübalağa değil hem içerik hem de madde açısından gerçekten büyük bir eser. Tam 725 sayfa. Bunun yanında kitabın sonunda baş karakterin yazdığı mektup dahil 20 bölüm. Bu yirmi bölüm birbirinden fazlaca kopuk ve kitap parçalı düzende, aslında bu da size bir yandan okuma kolaylığı sağlarken diğer yandan zaman zaman kitaptan kopmanıza neden olabiliyor. Ayrıca baştan uyarmakta fayda var: ben Oğuz Atay'ın Selim'in otobiyografisini yazdığı bölümü uzun tutarak okuyucuyu -Selim'in hayattan soğuması gibi- özellikle kitaptan soğutmaya çalıştığını ve sadece yeterince çabalayanların muvaffakıyete ermesini istediğini hissediyorum. Çünkü gerçekten de bazı bölümler insanın kitaba tutunamama sebebi olabiliyor. Bu konuda Berna Moran,  Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-2 adlı eserinde şunları söyler: Tutunamayanlar, ; modernist roman kurgusu ile okuru okuduğu metinle aynılaşmaktan uzaklaştıran, okurun donanımlı olmasını talep eden, bir romandır. Romanın realist çizgiyi izleyen romanlarda karşılaşılan biyografiye, kronolojik zamanlı olaya dayalı roman tekniğinin haricinde duran çok katmanlı, zamanı ve olayı belirsizleştiren kurgusu, dikkat edilmediği takdirde okur için tuzaklarla doludur.
   Öte yandan kitabın bir bölümü var ki ,Selim'in sevgilisi Günseli'nin Turgut'a Selim'i anlattığı 15. bölüm, bölümün başından sonuna kadar hiç bir noktalama işareti bulunmamaktadır. Bu bölüm belki Turgut'un hızlıca kaleme aldığını göstermek için, belki bu bölümü diğerlerinden farklı kılmak için böyle yazıldı bilemiyorum. Ancak bu romanın klasik Türk edebiyatından moderne ve hatta post moderne geçişinde en büyük katkılardan birini sunduğu bence muhakkak. 
   Dili ve genel yapısından sonra kitabın konusuna bakacak olur isek; kitap hayattaki rolünü bulamayan, varlığının anlamını çözemeyen Selim Işık'ın şüpheli intiharından sonra bu intiharı anlamak için Selim Işık'ın iç dünyasına yolculuğa çıkan arkadaşı Turgut Özben'in macerasını anlatmaktadır. Turgut, intiharın sebebini bulmak adına Selim'in arkadaşları ile konuşur, hiç tanıştırılmadığı kız arkadaşını bulur ve yazılarını edinir. Selim tarafından yazılan metinlerin bir kısmından çeşitli güldürü ögeleri kullanılmak ile birlikte , Turgut'un en son ele geçirdiği Selim'in günlüğünde ise tamamen karamsarlık, ölüm korkusu ve umutsuzluk vardır. Roman aslında Turgut'un bu metinlere ulaşma çabasını anlatırken, diğer bir katmanda ise Selim Işık'ın yazdığı yazılar üzerinden onun hayatını ve aslında tutunamayışını ele alır. Turgut da okuduğu metinler karşında karısı, çocukları, evi, arabası, amerikan tarzı yaşantısı, pazar sabahları pijaması ile geç saatlere kadar sürdürdüğü kahvaltısının kendini yansıtmadığını, kendi hayatı olmadığı kanısına vararak bir kimlik bölünmesi yaşar. Ve içindeki ses doğar: Olric. Kitabın sonunda intihar aydınlandığında, Selim'in günlüğü bittiğinde Turgut da her şeyi ardında bırakarak, Olric'le uzun bir yolculuğa çıkar. Bu aslında onun kendini arayışının yolculuğudur ve büyük ihtimalle hiçbir zaman sona ermeyecektir.
   Roman aynı zamanda Türk aydınına da hicveder. Türk aydını tutunamayandır aslında. Türk aydınının küçük burjuva yaşayışı ve bu burjuvalıkta- Turgut'un evinde örneğin- buram buram kokan özentilik kitabın özellikle tekrar tekrar hicvettiği bir olgudur. Ayrıca - benim görebildiğim kadarıyla - Turgut'un işi gereği gittiği Ankara'da bir devlet dairesi üzerine düşüncelerinin yazıldığı bölüm de Oğuz Atay'ın devlet düzenine hicvetmesidir. Devlet düzeninin eleştirilmesinde veyahut bir devlet dairesi anlatımında Kafkavari bir tarzı vardır Atay'ın. Tek Kafka vurgusu burada da değildir. Kitabın ikinci bölümünden itibaren Kafka adını daha sık görürüz. Hatta bir ara Selim Kafka'nın dedikodusunu bile yapar: iktidarsız olduğunu söyler Kafka'nın. O da geçen gün çamaşırcı kadından duymuştur.
   Kafka'nın adının en sık geçtiği yer ise muhakkak Selim'in günlüğüdür. Artık selim intihara yakındır ve Kafka okuyamaz. Çünkü "dönüşüm" de Gregor Samsa böcek olmuştur. Hayattan tecrit edilmiştir. Selim'de kendini onunla özdeşleştirir, sokağa çıkamaz, sokağa çıktığında herkesin ona baktığını alay konusu olduğunu sanır. Konuştuğu insanları algılamakta zorlanır, onlara cevap vermez çoğu zaman, sadece geçiştirir. Kendi de bu durumu şöyle yorumlar: insan Kafka okuyamazsa bitiktir işi...Ölümün peşinde olduğunun farkındadır Selim, ölmek düşüncesi kovalamaktadır onu...
   Ve belki de beklenen son... Yüksek Mühendis Turgut Özben evini terkeder. Arkasında bir mektup bırakır ve okuduğumuz bütün bu notları kitaplaştırılması için... O da bir tutunamayandır artık.
   Muhakkak her insan bu kitap bittiğinde farkına varır kendisinin de bir "disconnectus erectus" olduğunun... Anlaşılmakta, anlamakta ve çoğu zaman hayatı devam ettirmekte zorlandığının... Ama kaçımız bunu kendimize yüksek sesle itiraf edebiliyoruz? İşte cevaplanması gereken asıl soru budur...






















28 Ekim 2011 Cuma

ORWELL'E SELAM OLSUN

Hep istedim George Orwell ile ilgili bir yazı yazmayı. Ama sıra yazmaya geldiği zaman, insan MFÖ’nün şarkısındaki gibi “nasıl anlatsam, nereden başlasam” derdine düşüyor. En iyisi ben size Orwell ile tanışma hikayemi anlatayım. Üniversite birinci sınıfa kadar duymadım ben Orwell diye bir yazar olduğunu. Öyle birinin bu dünyadan geçtiğini bile bilmiyordum. İlk defa bir derste duydum adını da tam bir umarsızlık içinde davranarak – ki şu an bu hareketi hiç yakıştıramıyorum kendime- pek merak etmedim. Okumaya başlama hikayem ise pek kimseye nasip olmayacak cinsten. En sevgili arkadaşım, Orwell’in kitaplarından ikinci en meşhurunu gönderdi bana kargo ile. Bende bu bir işaret olmalı, oku artık dedim kendi kendime. İşte böyle benim Orwell ile tanışmam ve onun dünyasında yolculuğa çıkmam.

Beni bir kenara bırakıp, Orwell’e dönmenin zamanı artık. George Orwell toplam 10 kitap yazmış biri. Bunlardan benim duyduğum ve okuduğum kısım ise şöyle: Hayvan Çiftliği, 1984, Aspidistra, Burma Günleri, Katalonya’ya Selam, Paris ve Londra’da Beş Parasız, Daralma, Papazın Kızı ve Wigan İskelesi Yolu. Hayvan Çiftliği ve 1984 ise en meşhur kitapları. Bende bunlardan biri ile Hayvan Çiftliği ile başladım. Orwell okumaya başlamak için doğru bir tercih Hayvan Çiftliği. Eğer ki o kitabı severseniz zaten devam etme kararı verirsiniz. Hayvan Çiftliği ,insanların zulmünde yaşadıkları çiftliği ele geçiren hayvanların kurdukları sosyalist düzeni anlatıyor. Başta kurdukları eşitlik sisteminin nasıl çarpıldığını ve bozulduğunu gözler önüne seriyor.  Yergi türünün başyapıtlarından biri olan roman aslında açık bir sosyalizm eleştirisi. Ve romandaki baş kahraman olan kötü domuz ise bizzat Stalin. Peki ne Orwell’i bu kadar sosyalizm karşıtı yaptı? Bu kitabı ona nasıl bir tecrübe yazdırdı? Ben bunların cevabını İspanya İç Savaşı deneyimlerini anlattığı Katalonya’ya Selam kitabında buldum. Orwell gazeteci olarak gittiği İspanya’da, milis olarak cepheye gider. Hitler ve Mussolini’nin desteğini alan Franco birliklerine karşı çarpışır. Faşistler tarafından vurulur ve ciddi bir biçimde yaralanır. Bu fiziksel yarası iyileşecektir. Ama onu asıl yaralayan Franco’ya karşı çarpışan ve birlik olması gereken çeşitli sol partilerin birbirine düşmesi ve bu kavgadan Sosyalist Parti’nin üstün gelerek, Marksist İşçi Partisi’ni destekleyen herkesi faşist, işbirlikçi ilan ederek hapse atması ve idam etmesi olur. Orwell’in cephede omuz omuza faşistlere karşı birlikte çarpıştığı arkadaşları idam edilir ve aslında Orwell’de hapse atılmaktan son anda kurtulur. İşte Hayvan Çiftliği’nin arka planında sosyalizm ile yaşadığı bu tecrübe yatmaktadır ve gördüğü bu ikiyüzlülük.

Kitapları okuma sırasına koymak ne derece doğrudur bilmiyorum ama Katalonya’ya Selam kitabının diğer yapıtlar arasında biraz daha ilerledikten sonra okunması gerektiği inancındayım. Çünkü - belki de anı kitabı olduğu için bilemiyorum – Orwell’in romanlarındaki akıcı dil ve sürükleyicilik yok Katalonya’ya Selam’da. Siyasal ortam ve adını bir türlü aklınızda tutamadığınız partilerin ideolojileri ile ilgili derinlemesine bilgiler vermesi de bunun sebeplerinden biri olabilir. Bana göre Hayvan Çiftliği’nden sonra okunması gereken kitap Burma Günleri’dir. Burma Günleri’nin önemi, bir İngiliz olan ama Hindistan’da doğduğu için o toprakları da iyi bilen Orwell’in üstünde güneş batmayan  kıtanın halkının, Hindistan’da kurdukları çirkin ve ayrıcalıklı hayatı anlatmasındadır. Aslında Orwell’in sosyalizme de kapitalizm ve emperyalizme de eşit uzaklıkta durduğunun kanıtı bu kitaptır. Sistemleri aynı kefeye koyar Orwell: ikiyüzlülük barındırdıklarını ve güç peşinde olduklarını bağırır kitaplarında. Kitaplarının sonunda iyilerin kaybedip, kötüler kazanması da bu vurgunun bir dışavurumudur.

Orwell’in en meşhur kitabı ise kuşkusuz Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. İnsanı paranoyaya ve korkulara iten, acaba gerçekten gözleniyor muyum diye düşündüren kitaptır, öylesine sürükleyicidir ve her anı öylesine başka bir heyecana sevk eder ki sizi elinizden bırakamazsınız. İnsanı düşündürür gerçeği anlatıyor bu kitap , gitgide o günleri yaşıyoruz, telefonlarımız dinleniyor, hayatlarımıza müdahale ediliyor ve üzerimizdeki baskı gitgide artıyor diye. Korkutur öte yandan kitaptaki düşünce polisinin varlığı. Bugünde yok mudur düşündükleri yüzünden tutuklananlar, yazdığı kitabı yayımlanamadan polis tarafından toplanıp imha edilen, kendisi de hapse yollanan yazarlar? Düşünmenin suç olduğu bir dünya tasvir eder Orwell, tutulan günlüklerin okunduğu bir dünya... Sevginin, aşkın, duyguların bittiği ve makineleşmenin tavan yaptığı, insanların pompalanan yalan haberler ile kandırıldığı, olmayan savaşlarda, devamlı değişen düşman karşında halkların öldüğü bir dünyayı resmeder bize. İşin ilginci bunu 1948 yılında yapar. Bu kitabı geleceğe açılan bir pencere olması ve yaşadığım hayatı içinde bulmam nedeniyle bende kendimce bir başyapıt olarak addederim. Biliyorum kitapların sonunu söylüyormuş gibi  oluyorum ama bu kitapta da iyiler kaybeder dostlar… İyiler ne zaman kazanmıştır ki zaten, sadece filmlerde değil midir onların başarısı ?

Sıra Aspidistra ve Paris ve Londra’da Beş Parasız’da. Bu iki kitabı bir arada anlatmamın sebebi, ikisinde de fakirlik olgusuna değinmesi ve bunu yaparken de fakirliğin bir tercih olabileceğini vurgulamasıdır. Örneğin, Aspidistra kitabı kendi isteği ile dibe inen, sırf sınıf atlama özentisinde olan orta sınıfa dahil olmamak adına aç kalmayı, kıyafetlerini satmayı yeğleyen bir genç adamın hikayesi. Ama hayatı sonunda onu da o beğenmediği orta sınıfa dahil olmaya zorluyor. İkinci kitap olan Paris ve Londra’da Beş Parasız ise yazarın yoksul ve yoksun olanlar arasında geçirdiği zamanların üzerine yazdıklarıdır. Orwell sokaklarda, yoksul evlerinde berduşlarla, sarhoşlarla yaşamış, bulaşıkçılık yapmıştır, yerden sigara izmaritlerini toplayıp kalan kısımlarını içmiştir. Kitabın en vurucu birkaç cümlesini ise aynen vermek gerekir: “Meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. Bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız olduğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım,…, sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. Bu bir başlangıç.”

50 yıllık kısa bir yaşam Orwell’inki. Görmek ve anlatmak istediklerinin hepsini yazabildi mi acaba diye sormadan edemiyor insan kendine. Ama yazdıkları kadarıyla bile -10 kitap ve sayısız makale aslında, az da değil- yirminci ve yirmi birinci asra damgasını vurdu ve eğer ki dünya batmaz da dönmeye devam ederse Orwell adı da yaşamayı sürdürecek bir kahincesine geleceği gösteren kitapları ile… 

25 Ekim 2011 Salı

Sanat kimin için?

 Çocukluğumuzdan bu yana duyarız sanat sanat için mi yoksa sanat toplum için mi yapılmalı sorusunu. Çocuk aklı ile ben bu soruya hep sanat toplum için yapılmalı, sanat toplum için yapılmazsa toplum nasıl aydınlanır derdim. Ama bugüne kadarmış. Peki bugün fikrimi ne mi değiştirdi? Anlatayım...


 Bugün 12. İstanbul Bienal'ine gittim. Hayatımda bir ilk... Sanatla iç içe büyümedim. Ama ilginç bir şey sanat, insan 20'sinden sonra da ( çok yaşlı gibi konuştum biliyorum ama sanat bilinci oluşturmak için geç bir yaş bence 20) sanata merak salabiliyor. Bienal adı da pek ilginç. Bienal'e gittim deyince pek havalı duruyor, çok değişik bir aktivite de bulunulmuş gibi. Ama aslında öyle değil.. Bienal iki yılda bir yapılan sanatsal etkinlik demek sadece. 


 Gezerken gördüm ki, turistler çoğunlukta. Bu bizim, Türkiye'nin bienali. Nasıl turist daha çok olur ? Oturmak için Türkçe, sandalyenin boş olup olmadığını sorduğumda;" I can't understand you" dediler. Demek ki biz sanata ilgisizdik, neden acaba? Sanat toplum odaklı olmadığı için mi? Sanmıyorum aslında, ateşli silahla ölümden daha çarpıcı, daha gerçekçi ne olabilir? Gerçi yurdum insanı kadınları öldürüyor, birbirini öldürüyor. Gerçeklik kendileri... Belki de öncelikleri farklıdır. Ekmek kaygısındadır halk. Ama olmayan kısmı da var ? İllaki sokakta gününün en az yarısını boş geçiren, para harcayan insanlar var. Neden gelmiyorlar? Hep buraya mı bağlanır bu sorular bilmem ama sanırım yine eğitimsizlikten...Ne çirkin bir sözcük... Eğer eğitimse tüm sorun ve hayatımız eğitimden ibaretse eğer, sanat tarihi diye zorunlu bir ders olsa keşke, keşke herkese tiyatro dersi konsa...Dersle öğretilse etkinlikleri takip etmenin gerekli olduğu... 


 Sergiye gelince, şansımız rehberle gezmekti. Çünkü illaki sanat sanat içindi ve toplum olarak ondan pek bir şey çıkarmak mümkün değildi tek başımıza. Rehberimiz her şeyi ayrıntılı anlattı. Bu seneki bienalin adı "İsimsiz" idi. Sebebi de Felix Gonzalez Torres'in yapıtlarına isimsiz adını vermesi ve halkı isim vererek yönlendirmek istememesiydi. Yani Torres'in amacı bence biraz da "ne kadar anlarsanız canım" demekti. Bununla birlikte serginin alt başlıkları vardı. Bunlardan belki de en uzun uzadıya gezdiğimiz "ateşli silahlarla ölüm" kısmı. Fotoğraflar gerçekten çok çarpıcı. En ilginci ise Mat Collishaw'ın çalışması. 15 parçaya bölünmüş fotoğraf belki 2 metreye 2 metre büyüklüğünde . Ve üstünde kafasından yaralanmış biri var. Ama sadece bir kafanın yaralı yüzeyi ve kafatasında açılan delik görünüyor. İnsanın uzun süre gözünün önünden uzaklaştıramayacağı çarpıcılıkta bir görüntü. Fotoğraflar dışında ise obüs mermi kovanlarının parlatılıp üst üste yığılması ile oluşturulmuş bir çalışma vardı ki mermi kovanının bana göre en ilginç hali bu olsa gerek. Diğer çalışmalar ise sağolsun rehber ile anlaşılabildi.
 Bir diğer alt başlık pasaport. Genel olarak anlatılmak istenen sınırları kendimiz koyuyoruz. Ekvator da bir sınır ve insanın eseri . Onun yüzünden güney yarım küreden kuzeye akın oluyor. ama insanlar orada da insan gibi yaşayamıyor. Pasaport üzerine olan bütün odalardan ve anlatılanlardan iki cümle çıkar deseniz bu olur işte benim ki.

 Ve işte şimdi yine başa geliyorum. Sanatçı eserinden herkesin farklı bir şeyler anlayacak olması sebebi  ile toplumu düşünerek oluşturmamalıdır eserini. Bu kendi fikirlerini yok sayması olur. Ben zaten onun fikirlerinden yontarak kendi anladığım, aklıma yatan kısmı kafama yazıyorum ve sonra da blog'a yazıyorum.Evet belki bir sanatçı sanat için sanat yaptığında direkt anlaşılamayabilir. Ama bu bienal için en azından, 5 TL karşılığında aldığınız bütün resimleri tek tek anlatan kitapçık size gerçekten anlamak konusunda çok yardımcı olacaktır. Dolayısıyla artık bir karara vardım ki: sanatın toplum için olma ihtimali sanatçının sanatını kısıtlar. Sanatçı zaten yaşamdan ve dolayısıyla toplumdan beslenir ama toplumu kendi süzgüsünden süzdükten sonra yansıtır. O süzgüden çıkan bambaşka bir şey olabilir. O bambaşkalığı hemen anlamayabiliriz. Bizim bu konudaki emek ve çabamız takdire şayan olacaktır. Sanatsal bir bakış açısı kazanmak da belki uzun yıllar bu çabayı sürdürürsek mümkün olacaktır. Ama sırf biz anlayacağız diye " sen niye yapıyorsun bunları, kimse anlamıyor demek" yanlıştır.


Velhasıl-ı kelam bugün anladım ki sanat sanat için olmalı. Bırakalım, sanatçı işini yapsın. Gezmiyorsak bari işine laf etmeyelim.







23 Ekim 2011 Pazar

Paris Kahveler Atlası

İlginç bir huyum var. Gittiğim şehirleri derinlemesine tanımak istiyorum. Bir şehri enine boyuna tanımak için orada bence en az bir ay yaşamak gerekir.Hayali bile güzel. Ömrümün her ayını farklı bir şehirde ve farklı bir şekilde yaşasam ne kadar heyecanlı bir hayatım olurdu. Bir valizim olurdu daimi eşyalarımı taşımak için. Ne bir ev alma ihtiyacı, ne araba, ne sevgili veya eş, ne de çocuklar... Sadece ben, şehir ve 1 aylık arkadaşlar.
Ama böyle bir hayat yaşama şansım yok. Dolayısıyla şu an yaptığım şey, kısacık görme şansı edindiğim şehirler hakkında kitaplar okumak. Geçmişini, şimdisini öğrenmeye çalışmak... Geçtiğim ünlü sokakları,gördüğüm anıtları bulduğumda kitabın içinde, sevinmek çocuklar gibi.
İşte bunu yapabiliyorum ancak. Son okuduğum kitap ise Paris hakkında. Uğur Kökden'in Kavis Yayınları'ndan çıkan Paris Kahveler Atlası kitabı. Kitabın adı insanı cezbediyor. Özellikle atlas dendiği zaman insan içinde fotoğraflar ya da en azından renk cümbüşü bekliyor. Ama kitabın adının Paris Kahveler Atlası olması aslında kitabın içindeki bir denemenin adının Kahveler Atlası olmasından kaynaklı. Bu kesinlikle canınızı sıkmamalı ama çünkü kapağı geçip içindekiler kısmını açtığınız anda Paris'tesiniz...Paris Resim Günlükleri, Pere Lachaise Mezarlığı... Hepsi içinde.
Hem de soğuk savaşın en hızlı yıllarının yaşandığı (misal Küba Bunalımı) 1960'ların Paris'in de dolaşma şansını veriyor yazar... Bu öyle bir dönem ki, yazar ülkesinin de içine çekildiği Küba Bunalımı'nı tarafsız konumda olarak tanımladığı ( ama aslında taraflı olduğu su götürmez bir gerçek olan) Avrupa'dan izliyor. Paris'in kaygılı bekleyişini canlandırıyor gözümde. Paris kahvelerinde şık giyimli hanımların ve beylerin kısık sesli konuşmalarını ve bir yandan radyoda haberleri dinleyişlerini hayal ediyorum. 
Bunun yanında yazar Versailles'da ve onun bahçelerinde dolaşıyor... En güzel günlerimden birinin geçtiği, uçsuz bucaksız bahçesinin çimlerinde yuvarlandığım Versailles'dan bir kez daha geçiyorum. Gidemediğim Lachaise'i yazarın gözünden görüyorum. Sonra Nazım geliyor Paris'e. Dostları ile görüşüyor, Abidin ve Güzin Dino ile... 
Ve sonra işçilerin yaşamına, daha aydınlanmadan gökyüzü, banliyölere ve metrolara akın edenlere, Paris'in emekçilerinin yaşamına tanık oluyorum... "Il faut vivre au grand soleil, quand on est innocent" Ancak masum olanlar gün ışığında yaşayabilir. İşte Batı'nın masumiyet anlayışı... Emeğin sömürüsü dilde başlıyormuş meğer...
Paris, ma rose... Herşeye rağmen seni yeniden görmek güzeldi...

21 Ekim 2011 Cuma

İlk yazımı aslında George Orwell ve kitapları hakkında yazmak istiyordum ve bunun hazırlığı içindeydim. Ama yazıyı bitirmeden şu bir kaç gün içinde yaşananlar insanı düşünmeye ve tabi akabinde yazmaya zorluyor. Gelişmeler şöyle; 24 Türk gencini yıllardır süregelen iç savaşımız da yitirdik. Umutları olan 24 can gitti... Bunun yanında bugün görüyoruz ki Kaddafi öldürülmüş, özgürlük nidaları atılıyor Libya'da? Biz bunları Saddam Hüseyin'in devrilişinde de görmemiş miydik? Şimdi Irak'ın durumu aşikar değil mi? Veya şöyle soralım: Biz de Orta Doğu'nun parçası değil miyiz? Biliyorum, biraz karışık oldu. Şimdi başa dönüyorum.
2000'lerin başlarına dönelim. Amerika, o zamanlar çok heyecanlı. Irak'ta - hiç bulamadıkları (!) - kitle imha silahları var, halk çok mutsuz, bir diktatörün yönetiminde ne de olsa. Amerika ise hem dünyayı kurtaracak kitle imha silahlarından, hem de bir ülkeyi, halkı özgürleştirecek. Ne kadar güzel amaçlar ya Rabbi! Tıpkı Hollywood filmlerindeki gibi... Ama zaman içinde gördük ki bu özgürleştirme operasyonu bir çok Iraklının ölümüne, bir çok Iraklı kızın Amerikan askerlerinin tecavüzüne uğramasına sahne oluyor, bu arada da Amerika Irak'ın yeraltı zenginliklerini evine götürüyor. Aslında Amerika'nın dünya iyisi amaçları sadece ve sadece filmlerdeymiş  ! 
Irak unutulunca gözler Ortadoğu'nun diğer ülkelerine çevrildi. Şöyle yorumlar yapılmaya başlandı: Ortadoğu'daki ülkeler çok mutsuz , Mısır'a bakın, Suriye'ye, Libya'ya? Hepsi diktatörlerin yönetiminde. Bu çağda, neo-liberalizmin doruğunda iken nasıl hala böyle ülkeler olabilir? Ve Amerika, bir kez daha özgürleştirme operasyonuna başlar. Bu arada artık gerçek bir operasyon yapmanın maliyetli bir iş olduğunu fark ediliyor ve düşünülüyor. Bir isyan çıksa, ülke karmaşadayken biz de NATO olarak bombalasak, müdahil olsak, daha kolay olmaz mı ? Yeni bir fikir, denemeye değer valla. Sonra Sarkozy falan da gider, Erdoğan'dan rol kapar. Gerekirse Müslüman bile olur. Yok canım o kadarını da yapmaz artık !
Ben diktatörlük yanlısı falan değilim tabi ki Arap ülkeleri saygın bir şekilde yaşasın,mutlu ve huzurlu olsun isterim. Ama kendileri demokratik, demokratik yaşarken, dünyanın kalanının canı cehenneme deyip, sonra da iki yüzlülükle petrollerimizi sömürmek adına sizi ancak Batı kurtarır nidaları atan emperyalizmden nefret ediyorum !
Şimdi bir de iç savaşımıza dönelim. Yanlış politikalar sonucu bugünlere geldik, böyle yürümediği de aşikar. Kürt vatandaşların taleplerini dikkate almak lazım. Bu gibi adımlar atılmadığı sürece Kürt vatandaşlarımızın gönlünü alamayacak bu devlet. Öte yandan bu savaştan kim fayda sağlıyor? Halkın olmadığı kesin. Her ilde bir şehit anası ağlarken  bunu savunamayız. Oğlu, kızı dağa çıkan ana da üzülüyor evladı için. O zaman hiç kusura bakmayın emperyalist ülkeler fayda sağlıyor olmasın ? Bir bakalım, Amerika iç savaşın iki tarafına da silah satıyor, para kazanıyor. İsrail de bu aralar bizi pek sevmiyor. 
Ey ahali ! Ortadoğu böyle karışık işte. Haritanın her köşesinde aynı anda farklı bir oyun dönüyor. Her ülke için farklı taktikler... 
Ne yurtta sulh kaldı velhasılı kelam, ne cihanda... 

18 Ekim 2011 Salı

Çifte Vav Sokağı'ndan Merhaba !

Herkes bilir Çifte Vav sokağını, Gümüşsuyu'ndan Kabataş'a doğru inerken sağda kalır. Otobüsle hızlıca geçilse bile mutlaka gözünüze çarpmıştır. Yıllardır severim o sokağı uzaktan uzağa. O bilmez ama... Nereden bilsin ayrıca, bir kere geçtim içinden belli etmedim onda da hislerimi. Belki burada ona olan samimi duygularım kelimelere dökülür bilemiyorum. Blog adı olarak da ona hitap etmek istedim kendimi engelleyemedim. Neylersin, böyle şey sevgi. 
Bu blog da bir kış gününde bir fincan çay ile eline bir kitap alıp kalorifer yanında kedi gibi oturan ahali için, ellerinde olmasını istediğim kitapları anlatacağım. Yani kısaca okuduklarını değerlendirme çabasında olan bir insanın kitap yorumlarını bulacaksınız daha çok. Ama bunun dışında herhangi bir konu hakkında da yazabilirim yani. Neden olmasın? 
Bu ufak bir başlangıçtır efendim devamı gelecek elbet...