23 Ekim 2011 Pazar

Paris Kahveler Atlası

İlginç bir huyum var. Gittiğim şehirleri derinlemesine tanımak istiyorum. Bir şehri enine boyuna tanımak için orada bence en az bir ay yaşamak gerekir.Hayali bile güzel. Ömrümün her ayını farklı bir şehirde ve farklı bir şekilde yaşasam ne kadar heyecanlı bir hayatım olurdu. Bir valizim olurdu daimi eşyalarımı taşımak için. Ne bir ev alma ihtiyacı, ne araba, ne sevgili veya eş, ne de çocuklar... Sadece ben, şehir ve 1 aylık arkadaşlar.
Ama böyle bir hayat yaşama şansım yok. Dolayısıyla şu an yaptığım şey, kısacık görme şansı edindiğim şehirler hakkında kitaplar okumak. Geçmişini, şimdisini öğrenmeye çalışmak... Geçtiğim ünlü sokakları,gördüğüm anıtları bulduğumda kitabın içinde, sevinmek çocuklar gibi.
İşte bunu yapabiliyorum ancak. Son okuduğum kitap ise Paris hakkında. Uğur Kökden'in Kavis Yayınları'ndan çıkan Paris Kahveler Atlası kitabı. Kitabın adı insanı cezbediyor. Özellikle atlas dendiği zaman insan içinde fotoğraflar ya da en azından renk cümbüşü bekliyor. Ama kitabın adının Paris Kahveler Atlası olması aslında kitabın içindeki bir denemenin adının Kahveler Atlası olmasından kaynaklı. Bu kesinlikle canınızı sıkmamalı ama çünkü kapağı geçip içindekiler kısmını açtığınız anda Paris'tesiniz...Paris Resim Günlükleri, Pere Lachaise Mezarlığı... Hepsi içinde.
Hem de soğuk savaşın en hızlı yıllarının yaşandığı (misal Küba Bunalımı) 1960'ların Paris'in de dolaşma şansını veriyor yazar... Bu öyle bir dönem ki, yazar ülkesinin de içine çekildiği Küba Bunalımı'nı tarafsız konumda olarak tanımladığı ( ama aslında taraflı olduğu su götürmez bir gerçek olan) Avrupa'dan izliyor. Paris'in kaygılı bekleyişini canlandırıyor gözümde. Paris kahvelerinde şık giyimli hanımların ve beylerin kısık sesli konuşmalarını ve bir yandan radyoda haberleri dinleyişlerini hayal ediyorum. 
Bunun yanında yazar Versailles'da ve onun bahçelerinde dolaşıyor... En güzel günlerimden birinin geçtiği, uçsuz bucaksız bahçesinin çimlerinde yuvarlandığım Versailles'dan bir kez daha geçiyorum. Gidemediğim Lachaise'i yazarın gözünden görüyorum. Sonra Nazım geliyor Paris'e. Dostları ile görüşüyor, Abidin ve Güzin Dino ile... 
Ve sonra işçilerin yaşamına, daha aydınlanmadan gökyüzü, banliyölere ve metrolara akın edenlere, Paris'in emekçilerinin yaşamına tanık oluyorum... "Il faut vivre au grand soleil, quand on est innocent" Ancak masum olanlar gün ışığında yaşayabilir. İşte Batı'nın masumiyet anlayışı... Emeğin sömürüsü dilde başlıyormuş meğer...
Paris, ma rose... Herşeye rağmen seni yeniden görmek güzeldi...

3 yorum:

  1. Kitaplar ve şehirler... İkisi de birbirinden güzeldir. Bir de gidip geldikten sonra hayal kurması vardır ki, biraz burukluk, biraz da hüzün taşır. Hatırlamak, acıtır. Paris özlemi çekerken, başka birinin satır aralarında hasret gidermek de güzeldir. Bir de Mine Kırıkkanat'ın ''Paris, Paris'' isimli bir kitabı vardır ki, şiddetle tavsiye ederim. Pere Lachaise'i bir de onun kelimeleriyle tanımak eminin hoşunuza gidecektir.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kitap öneriniz için teşekkür ederim. En kısa zamanda edineceğim. Bir de ufak bir not, bu yazıyı yazdıktan 1 yıl kadar sonra Fransa'ya tekrar gitme hatta 5 ay kalma şansı yakaladım, Pere Lachaise'i de görme fırsatım oldu. Yazıda dile getirdiğim hayalim gerçek oldu adeta.Dolayısıyla öneriniz aslında çok daha kıymetli artık benim için.
      Tekrar teşekkürler.

      Sil