15 Haziran 2012 Cuma

TUR GÜNLÜKLERİ 4: BERLİN


Şu anda trendeyim. Almanya’nın cennet bahçelerinin içinden geçerek Prag’a yol alıyoruz. Parlak güneş, canlı yemyeşil ormanlar, göller ve tüm şirinliği ile Alman evleri… Ormanlar o kadar sık ve ulu ki bazen gökyüzü bile görünmüyor, trendeki ufak penceremden. Ve işte Almanya maceramız da bitti. Elde ne kaldı Berlin’e dair hüzünden başka? 
Berlin için ayrı ayrı günler şeklinde günlükler tutamadım. Onun için tek bir yazı yazma niyetindeyim. Berlin’e varışımızdan başlamak istiyorum. Amsterdam’dan kalkan ve Berlin’e giden trenimiz şimdiye kadar bindiğim en eski trendi – Türkiye’de bindiğim trenler de dahil, hani Edirne’ye 7 saatte giden trenler-. Biz o trenle tam 9 saat yolculuk yaptık, doğru düzgün rahat oturamadan, uyuyamadan. Sabah 6 da hostele varıp, hostelde masalar ve sandalyelerde biraz uyukladık. Sonra da valizleri hostele bırakıp dolaşmaya çıktık. İlk gün ben biraz hasta ve yorgundum. Otelimiz Checkpoint Charlie'ye çok yakın. Büyük levhalarda iki tarafın askerlerini gördüğünüz anda anlıyorsunuz geldiğinizi. Check Point Charlie’nin önünde asker kılığına girmiş 2 kişi bekliyor, para karşılığı fotoğraf çekimi için, ellerinde Amerikan bayrakları ile… Şova dönüştürmüşler işi, isterseniz o dönemin askerlerinin kıyafetlerinden bile giyebiliyorsunuz. Checkpoint Charlie öylesine anlamını kaybetmiş ve kapitalizme teslim olmuş ki, görseniz içiniz acır. Orayı aşıp, müzeler meydanına yürüdük. Ancak sadece bir müze gezebildik: Alman Tarihi Müzesi. Almanlar, erken dönemlerden başlayıp 1918’e uzanan tarihlerini güzel anlatmışlar. Çok dolu dolu, etkileyici bir müze değildi ama güzeldi.
İkinci gün Berlin Dom Katedrali’ne, Bergama Müzesi’ne, Parisien Meydanı’na gittik. Nereden başlasam bilmiyorum. Hani hep deriz ya Türkiye gelişmekte olan bir ülke, İstanbul’da devingen, karmaşık ama düzelmeye çalışan bir şehir diye. Berlin’de öyle, şehre bir karmaşa hakim. Devamlı her yerinde yol çalışmaları, insan kalabalığı… Bunun yanında Berlin’in bir tarihi yok. Olanlar acı dolu, utanç verici olduğu için belki, ikinci dünya savaşı dönemine dair uzun resimli bir duvardan başka bir şey bulamıyorsunuz. Eski duvarın olduğu yer çok ufak bir alan, o dönem çekilen acılara dair hazırlanmış resimli panolardan, bir gözetleme kulesi ve bir mezarlıktan ibaret. Duvarın olduğu yerde uzun paslı borular, duvarı temsil ediyor. Gördüğünüz tarih değil, başarısız bir temsilden ibaret. Bergama Müzesi’ne gelecek olursak, adı üstünde Bergama Müzesi. Türkiye’den böylesine büyüklükte ve güzellikteki eserleri nasıl götürdülerse ve  Türkiye’de buna nasıl izin verdiyse en içten tebriklerimi sunmak istiyorum. Tapınakları, Babil’lerin, Asur’ların eserlerini o kadar muntazam sergiliyorlar ki… İznik’ten çiniler, Osmanlı dönemi dokuma halılar… Granada Elhamra’dan alınan kubbeler… Görseniz kızarsanız bizim gibi, ağlayasınız gelir… Dediğim gibi, kendi tarihlerini hasır altı etmişler de başkalarınınkini sergiliyorlar.
Bizim için Berlin’in tek iyi yanı, ucuz olmasıydı. Amsterdam’da 16 kişilik odaya geceliği 30 euroya yakın para verirken, Berlin’de 10 kişilik odaya 5.90 euro vermemiz inanılmazdı. Sonrasında öğrendik ki meğer hostel yeni kurulmuş daha ve Türklere aitmiş. İnanılmaz temiz ve güzel olan bu işletmeyi takdir etmemek ve Ümit Abi’nin neşe dolu yüzünü bir kez daha anmamak olmazdı. Hepsi bu kadar sanırım. Elde hüzünden başka bir şey yok Berlin’e dair. Tüm umutlarımızı Prag’a bağladık…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder