29 Mayıs 2012 Salı

İçimdeki kırılgan çocuğa bir isim verdim: Kafka







Bugün Fransa'dan dönerken yapacağım turun ayrıntılarını araştırırken, gördüm ki Prag'da bir Kafka Müzesi varmış. Müzede Kafka'ya dair ne var bilemesem de, Kafka'nın adını görmek bile, gidilecekler listeme müzeyi eklememe sebep oldu. Üstüne bir de Cafe Milena'nın varlığını öğrendim ki, keşke Prag'da daha çok gün geçirebilecek olsam diye hayıflanmadan edemedim. Sonra da blogumun Kafka'sız eksik kalacağını farkettim. 

Nasıl olmuştu da bu kadar Kafka'ya ve eserlerine bağlanmıştım peki? Hikayem bundan bir buçuk yıl öncesine dayanıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Sanat ve Siyaset dersindeyiz. Bence okulun en iyi hocalarından biri olan ama kıymetinin de bilinmediğini düşündüğüm hocamız Zeliha Burtek veriyor dersi. Frankfurt Okulu'nun sanat anlayışını işliyoruz, bunu da bir yerli bir yabancı yazarın öykülerini adım adım inceleyerek yapıyoruz. Düşünün ki, bu ders siyaset bilimi okuyan ama edebiyata da ilgi duyan bir öğrencinin içinde nasıl bir aydınlık yaratır. İncelediğimiz kitaplar:  Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öykü Kitabı ve Kafka'nın öykülerinin toplandığı 'Şarkıcı Josephine veya Fare Ulusu'. Ben her zaman için -edebiyat derslerinde tam tersini söyleseler dahi -roman okumanın öykü okumaya oranla daha kolay olduğunu düşünmüşümdür. Öykü bana daha kısa zamanda yaşanan daha çok ve karmaşık olaylar zinciri gibi gelir. Yine de derste bu kitap okutulduğu için Kafka'ya öyküleri ile başladım. Ancak sonra hiç vakit kaybetmeden, Dava'yı, Dönüşüm'ü, Baba'ya Mektup'u ve Deleuze& Guattari ikilisinin Kafka incelemesini okudum. Bu noktada, Kafka'nın kitaplarından kendimce çıkardığım bazı sonuçlara değinmek istiyorum: Kafka okurken hikayelerinde, romanlarında veya mektuplarında fark edeceğiniz ilk şey anlatımın her an değişime açık olduğudur. Zaten nice roman diye başladığı yazı öykü olmuştur elinde bu değişim hissiyatı ile. Örneğin Dava’da bir şeyler eksik kalır kafanıza oturmaz ve Kafka bunu özellikle yapar. Kitabı birbirinden kopuk bölümler halinde yazıp birleştirir ve kitabın sonunda tamamlanmamış ekstra bölümleri görürsünüz tiyatroda, evde vb. gibi. En önemli öykülerinden biri olan yargıda ise; karmaşa biraz daha derindir. Birçok cevapsız soru okuyucunun aklını kurcalar durur. Bunları okuyucu için muamma olarak bırakır Kafka. Yani okuyucuya düz, anlaşılır bir metin sunmamak Kafka’nın temel eğlencesidir. Bunun yanında çoğu öykü ve romanlarda bir yargılama ve baba-oğul metaforu görülür. Baba-oğul metaforunu Kafka Baba'ya Mektup adlı kitabında şöyle açıklar: “ Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca. Kasıtlı olarak uzatılmış bir vedaydı sana, yalnız senin tarafından dayatılmış olsa da benim istediğim yönde gelişiyordu. " Bir diğer metafor olan yargı ve yargılama sürecine bakacak olursak, şunu söyleyebiliriz;  yasanın ne olduğunu hiçbir zaman tam bilemeyiz ve herkes adaletin koruyucusudur. Tabi buradaki adalet sağlama ve dava süreçlerinde Kafka bize aslında biraz abartılı da olsa bir şeylerin yanlışlığını göstermektedir. Sorgulamamız istenen şey şimdi içinde bulunduğumuz sistemin doğruluğu ve işleyişidir. Ayrıca Dava'da, Dönüşüm'de, Şato'da, başta Yargı ve Cezalılar Kolonisi olmak üzere öykülerinde, Kafka toplumdaki iktidarın karşısında, ezilmişin yanında yer alıyor, zamanda muğlaklığı temel ilke sayıyor, tarihe yapılmış tüm açık göndermelerden kaçınıyor, benlik duygusunu aşıp kolektif bir kimliğe önem veriyor, okuyucuyu her an dönüşümlerle şaşırtmayı ve yapıtlarına devinim kazandırmayı başarıyor.En önemlisi de şimdi ne olacak sorusunu soramadığımız, her şeyin normal akışında geliştiği, bütünsel roman anlayışına karşı çıkıyor. 


Peki ya ‘Milena’ya Mektuplar’ ve orada gördüğümüz Kafka kim? Babasından nefret eden, daima kötülerin kazanacağını her zaman için dolambaçlı yollardan anlatan Kafka’nın, kitaplarını Çekçe’ye çevirmesi için mektuplaşmaya başladığı Milena’ya duyduğu sevgiyi görüyoruz: Seven Kafka’yı ve acı çeken Kafka’yı. Bunu bir iki cümle ile anlatmak kolay değil, ancak kısaca hasta bedeni ile hastalıklı bir aşka tutuluyor Kafka. Çünkü Milena evli. Öte yandan bu aşktaki en büyük sınır Milena'nın evliliği değil, sınır yine Kafka’nın aklında. Başarısız olma ihtimali, engellenme ihtimali gibi türlü ihtimallerle kendini içten içe yiyip bitiren Kafka’yı görüyorsunuz bu kitapta ve aslında onu en yakından görüşünüz oluyor bu. Zira bu mektuplar öylesine içten ve çoğu zaman çaresiz mektuplar ki, Kafka’nın kırılgan kalbine dokunmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kafka kendisi de bu kırılganlığının farkında ve mektuplarından birinde şöyle betimliyor kendini:

“Sanırım Milena, sizinle bir ortak özelliğimiz var: O kadar çekingen ve ürkeğiz ki, hemen her mektup farklı, hemen her mektup bir öncekinden korkuyor; gelecek cevaptansa daha çok korkuyor.”
“Neden bu son derece belirsiz ve korkunç sorumluluk gerektiren durumun bütün azabını çeken kişiyim sanki? Mesela, neden odanda duran ve senin koltukta ya da çalışma masasının başında oturuşunu, uzanışını, uyuyuşunu  (Mışıl mışıl uyumanı dilerim! ) seyreden mutlu dolap değilim?”

Kafka’daki bu kırılgan kalp aslında aynı zamanda ne kadar duyarlı bir insan olduğunun da kanıtı. Ama bu duyarlılık ve hassaslık onun babasının karşısında ezilmesinin yanı sıra, sevdiği kadının aşkıyla bile ezilmesine yol açıyor... Sonuç mu, Kafka’dan sonuçlar çıkartamaz insan, belki örnek alır, ki o da insanı edebi açıdan besler, aynı zamanda da onun gibi ruhen yaralı olmamıza neden olur. Eğer zaten ruhen yaralıyım diyorsanız, siz de benim gibi içinizdeki kırılgan çocuğa Kafka adını verin. Ya da Franz. Hatta arada Milena’nın ona seslendiği gibi Frank  da derseniz çok sevinir.
Kapanış cümlesi Kafka’dan: Dünya üzerinde var olan bütün zamanları senin için kullanmak istiyorum; seni düşünmek, senin içinde nefes almak için…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder