
Bugün Fransa'dan dönerken yapacağım turun ayrıntılarını
araştırırken, gördüm ki Prag'da bir Kafka Müzesi varmış. Müzede Kafka'ya dair
ne var bilemesem de, Kafka'nın adını görmek bile, gidilecekler listeme müzeyi eklememe sebep
oldu. Üstüne bir de Cafe Milena'nın varlığını öğrendim ki, keşke Prag'da daha
çok gün geçirebilecek olsam diye hayıflanmadan edemedim. Sonra da blogumun Kafka'sız eksik kalacağını farkettim.
Nasıl olmuştu da bu kadar Kafka'ya ve eserlerine
bağlanmıştım peki? Hikayem bundan bir buçuk yıl öncesine dayanıyor. Yıldız
Teknik Üniversitesi'nde Sanat ve Siyaset dersindeyiz. Bence okulun en iyi
hocalarından biri olan ama kıymetinin de bilinmediğini düşündüğüm hocamız
Zeliha Burtek veriyor dersi. Frankfurt Okulu'nun sanat anlayışını işliyoruz,
bunu da bir yerli bir yabancı yazarın öykülerini adım adım inceleyerek
yapıyoruz. Düşünün ki, bu ders siyaset bilimi okuyan ama edebiyata da ilgi
duyan bir öğrencinin içinde nasıl bir aydınlık yaratır. İncelediğimiz kitaplar:
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öykü Kitabı ve Kafka'nın öykülerinin toplandığı
'Şarkıcı Josephine veya Fare Ulusu'. Ben her zaman için -edebiyat
derslerinde tam tersini söyleseler dahi -roman okumanın öykü okumaya oranla daha
kolay olduğunu düşünmüşümdür. Öykü bana daha kısa zamanda yaşanan daha çok ve
karmaşık olaylar zinciri gibi gelir. Yine de derste bu kitap okutulduğu için
Kafka'ya öyküleri ile başladım. Ancak sonra hiç vakit kaybetmeden, Dava'yı,
Dönüşüm'ü, Baba'ya Mektup'u ve Deleuze& Guattari ikilisinin Kafka
incelemesini okudum. Bu noktada, Kafka'nın kitaplarından kendimce çıkardığım
bazı sonuçlara değinmek istiyorum: Kafka okurken hikayelerinde,
romanlarında veya mektuplarında fark edeceğiniz ilk şey anlatımın her an
değişime açık olduğudur. Zaten nice roman diye başladığı yazı öykü olmuştur
elinde bu değişim hissiyatı ile. Örneğin Dava’da bir
şeyler eksik kalır kafanıza oturmaz ve Kafka bunu özellikle yapar. Kitabı
birbirinden kopuk bölümler halinde yazıp birleştirir ve kitabın sonunda
tamamlanmamış ekstra bölümleri görürsünüz tiyatroda, evde vb. gibi. En önemli
öykülerinden biri olan yargıda ise; karmaşa biraz daha derindir. Birçok cevapsız soru okuyucunun aklını kurcalar durur. Bunları
okuyucu için muamma olarak bırakır Kafka. Yani okuyucuya düz, anlaşılır bir
metin sunmamak Kafka’nın temel eğlencesidir. Bunun yanında çoğu öykü ve romanlarda bir yargılama
ve baba-oğul metaforu görülür. Baba-oğul metaforunu Kafka Baba'ya Mektup adlı
kitabında şöyle açıklar: “ Yazdıklarım seninle ilgiliydi,
orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca. Kasıtlı olarak
uzatılmış bir vedaydı sana, yalnız senin tarafından dayatılmış olsa da benim
istediğim yönde gelişiyordu. " Bir diğer metafor olan yargı ve yargılama
sürecine bakacak olursak, şunu söyleyebiliriz; yasanın ne olduğunu hiçbir zaman tam bilemeyiz ve
herkes adaletin koruyucusudur. Tabi buradaki adalet sağlama ve dava
süreçlerinde Kafka bize aslında biraz abartılı da olsa bir şeylerin
yanlışlığını göstermektedir. Sorgulamamız istenen şey şimdi içinde
bulunduğumuz sistemin doğruluğu ve işleyişidir. Ayrıca Dava'da, Dönüşüm'de, Şato'da, başta Yargı ve Cezalılar Kolonisi olmak üzere öykülerinde, Kafka toplumdaki
iktidarın karşısında, ezilmişin yanında yer alıyor, zamanda muğlaklığı temel
ilke sayıyor, tarihe yapılmış tüm açık göndermelerden kaçınıyor, benlik
duygusunu aşıp kolektif bir kimliğe önem veriyor, okuyucuyu her an dönüşümlerle
şaşırtmayı ve yapıtlarına devinim kazandırmayı başarıyor.En önemlisi de şimdi
ne olacak sorusunu soramadığımız, her şeyin normal akışında geliştiği, bütünsel
roman anlayışına karşı çıkıyor.
Peki ya ‘Milena’ya Mektuplar’ ve orada
gördüğümüz Kafka kim? Babasından nefret eden, daima kötülerin kazanacağını her
zaman için dolambaçlı yollardan anlatan Kafka’nın, kitaplarını
Çekçe’ye çevirmesi için mektuplaşmaya başladığı Milena’ya duyduğu sevgiyi
görüyoruz: Seven Kafka’yı ve acı çeken Kafka’yı. Bunu bir iki cümle ile
anlatmak kolay değil, ancak kısaca hasta bedeni ile hastalıklı bir aşka tutuluyor Kafka. Çünkü
Milena evli. Öte yandan bu aşktaki en büyük sınır Milena'nın evliliği değil, sınır yine Kafka’nın
aklında. Başarısız olma ihtimali, engellenme ihtimali gibi türlü ihtimallerle
kendini içten içe yiyip bitiren Kafka’yı görüyorsunuz bu kitapta ve aslında onu
en yakından görüşünüz oluyor bu. Zira bu mektuplar öylesine içten ve çoğu zaman
çaresiz mektuplar ki, Kafka’nın kırılgan kalbine dokunmuş gibi hissediyorsunuz
kendinizi. Kafka kendisi de bu kırılganlığının farkında ve mektuplarından
birinde şöyle betimliyor kendini:
“Sanırım Milena, sizinle bir ortak özelliğimiz var: O kadar çekingen ve
ürkeğiz ki, hemen her mektup farklı, hemen her mektup bir öncekinden korkuyor;
gelecek cevaptansa daha çok korkuyor.”
“Neden bu son derece belirsiz ve
korkunç sorumluluk gerektiren durumun bütün azabını çeken kişiyim sanki?
Mesela, neden odanda duran ve senin koltukta ya da çalışma masasının başında
oturuşunu, uzanışını, uyuyuşunu (Mışıl mışıl uyumanı dilerim! ) seyreden mutlu
dolap değilim?”
Kafka’daki bu kırılgan kalp
aslında aynı zamanda ne kadar duyarlı bir insan olduğunun da kanıtı. Ama bu
duyarlılık ve hassaslık onun babasının karşısında ezilmesinin yanı sıra, sevdiği kadının
aşkıyla bile ezilmesine yol açıyor... Sonuç mu, Kafka’dan sonuçlar çıkartamaz
insan, belki örnek alır, ki o da insanı edebi açıdan besler, aynı zamanda da
onun gibi ruhen yaralı olmamıza neden olur. Eğer zaten ruhen yaralıyım
diyorsanız, siz de benim gibi içinizdeki kırılgan çocuğa Kafka adını verin. Ya
da Franz. Hatta arada Milena’nın ona seslendiği gibi Frank da derseniz çok sevinir.
Kapanış cümlesi Kafka’dan: Dünya
üzerinde var olan bütün zamanları senin için kullanmak istiyorum; seni
düşünmek, senin içinde nefes almak için…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder